Balık gölüne göre büyür, derler…
Maalesef, şikayet ettiğimiz bir çok meselede asırlardır yanlış tarafı suçluyoruz…
Balığa sürekli “sen niçin daha fazla büyümedin?” diye sorup duruyoruz…
Halbuki, sorun balıkta değil, gölde!...
Osmanlı Devleti 1917 yılında yapılan bir ekonomik değerlendirmede dünyanın en büyük 17.ekonomisi olarak kaydedilmiş…
İktisat tarihi ile ilgili yazılı kaynaklar ortada… Savaşı kaybedip yıkıldığımız günle bugün aynı gelişmişlik sıralamasındayız…
Yıllardır G20 grubunun içindeyiz ama G8’e girebilmiş değiliz…
Ekonomik sorunlarımızı hep semptomatik tedavilerle çözmeye çalışıyoruz…
Bilimde, sanayide ve teknolojide bir türlü istediğimiz noktaya gelemedik…
Osmanlı Devleti’nin 600 yıllık tarihinde savaş hali hariç, yurtdışına diplomatik ziyaret yapan ilk ve tek padişahı Sultan Abdülaziz olmuştur…
Kendisi aynı zamanda “halife” sıfatı da taşıdığı için; “gavur toprağına” ayak basıp basamayacağı hususuyla ilgili bu seyahatten önce ilginç tartışmalar yaşanır…
Bütün ulema görüş birliği yapıp kesinlikle “basamaz” deyince, şöyle bir formül bulunur:
Sultan için yeni bir çizme yapılır… Çizmenin tabanına özel bir bölme eklenerek bu bölmenin içine İstanbul toprağı konur!... Böylece Hazret, hiçbir zaman “gavur toprağına” basmamış olacaktır!...
Bu olayın yaşandığı yıllarda, Avrupa Sanayi devrimini yaşamaktadır… Ekonomi, teknoloji, bilim, sanat ve siyaset alanlarının tamamında olağanüstü gelişmeleri ardı ardına hayata sokmaktadır…
Bizde ise, sadece saray erkanının ve hanedanın korunup gözetildiği, halkın ve devletin diğer kurumlarının tümüyle ihmal edilip gözden çıkarıldığı bu dönemde; “şeyhülislam” başta olmak üzere toplumun önünü açıp, milleti aydınlatması gereken dini yapılar, adeta mengene gibi ülkenin bütün kollarını bağlamakla meşguldür!...
Bu anlayış ve tutumun neticesinde, “tez kellesi vurula, malına mülküne el kona veya Fizan’a sürüle” korkuları yüzünden gerek bürokrasi, gerek matbuat ve gerekse zaten sayıları az olan bir avuç sermayedar kendi kabuğuna çekilip kalmış; gittikçe hızlanan kötü gidişat karşısında kılını kıpırdatamamıştır…
Devletin düştüğü bu durumdan Avrupa gazeteleri “hasta adam” diye bahsederken, Sarayın etrafında kümelenmiş bir takım çıkar grupları ise, leş bekleyen karga misali, padişahların kafasında “yıkılmadık, ayaktayız” algısı yaratmaya çalışmışlardır…
Bizi, “ölümü beklenen Devlet” moduna almaları; içeride ve dışarıda bütün düşmanlarımızı cesaretlendirmiş, halkın gardını kırmış ve sonucu Sevr’e kadar uzanan bir hezimeti yaşamamıza neden olmuştur…
Dün, kurulan rasathaneyi “meleklerin avret yeri görünür” diye yıktıran ve tam üç asır boyunca yüzde 3’lerde kalan okuryazarlık oranını yükseltmeyerek matbaanın kullanımını engelleyen, buna karşın okuryazarlık oranı artsın diye yapılan “Harf Devrimine” ise yüzyıldır karşı çıkmaya devam eden zihniyet bugün yeniden hortlamaya başladı!...
Taa, II. Bayezid döneminden beri dini saiklerle reddedilen makinalaşma çabaları, tabiri caizse bugünün dünyasında internete karşı çıkmaya benziyor!...
Livaneli’nin dediği gibi; II. Bayezid’in bu yasağı sadece Osmanlı’yı etkilerken, oğlu Yavuz Sultan Selim’in getirdiği halifeliğin uzun yıllar boyunca koyduğu yasaklar, bütün İslam alemini geriletti!..
Vaktiyle ülke sınırlarımız içinde olan Ortadoğu ve Balkan ülkelerinin bu konudaki sitemini görmezden gelmeyelim…
Değişimlere ve yeniliklere karşı gelişen direncin toplumlar için bir zehirden farkı yoktur…
Bugünün gelişmiş ülkeleri 18.yüzyıldan itibaren “topyekün kalkınma” hamlesi içindeler…
Kalkınmayı ve gelişmeyi, daima kadın-erkek, genç-yaşlı fark etmeksizin toplumun bütün kesimleriyle birlikte çalışarak sağladılar…
Japonya başta olmak üzere, Asya pasifik ülkelerinin gerçekleştirdiği ekonomik mucizenin adı “toplam kalite” diye geçiyor!
Diğer bir yandan dini kurallar bahane edilip, kadınlar çalışma hayatından koparıldığında ülkenin yarısı doğrudan tüketici sınıfına girer…
Son üç asır böyle olmadı mı?
100 kişinin 100 kişiyi geçindirmesiyle, 50 kişinin 100 kişiyi geçindirmeye çalışması aynı olur mu?
Hangisinde katma değer yaratmak mümkündür?
Sanayi devriminden itibaren sistemini kurarak yetişmiş tüm insan gücünü ekonomiye kaynak olarak sokanlarla, yetişmiş insan gücünün yarısını, hem de en genç kategoriyi “işsiz-güçsüz” bırakarak nasıl rekabet edeceksin ki?
Üç yüz yıldır “liyakatsizlerin” başımıza açtığı dertler yetmedi mi?
Evet, her alanda bir sistemimiz var belki ama; bu sistemleri “girdi-çıktı-geri besleme” dengesinde tutamıyoruz…
Yaptığımız iyileştirmeleri bir türlü “sürdürülebilir” kılamıyoruz…
1923’ten sonra Atatürk’ün bu konuda verdiği mücadeleyi halkımıza, çocuklarımıza doğru dürüst anlatamadık!...
Yapılması “panzehir kadar zorunlu” olan o devrimlere düşmanlık güden kafaları yetiştirmeye hala devam ediyoruz!
Öyle adamlar var ki; bıraksan nefretiyle veya kusmuklarıyla Anıtkabir’i yerle yeksan edecek!...
Sosyal medyada birisi sormuş:
Avrupa’daki, Amerika’daki Yahudiler yaşadıkları bütün ülkeleri zengin etti… Peki, Türkiye’deki Yahudiler niye etmedi?
Nüfus olarak baksanız, Türkiye’deki Yahudi nüfus birçoğundan daha fazla oysa!...
Cevabı baştan söyledik zaten…
“Balık gölüne göre büyür…”
Koyduğumuz yasaklar, kilitlediğimiz sistemler ve “sürdürülebilir” kılamadığımız yenilikler yüzünden yerli Yahudilerimizden bile bir fayda göremiyoruz!...
