Bence Londra’nın en şahane, görülesi, kafa karıştırıcı, baş döndürücü ve yoğun müzesidir Saone Müzesi. Müze evinin sahibi, kurucusu, ölünce müze olmasını vasiyet eden, yetmedi parlementodan bunun için karar çıkartan büyük sanatçı, mimar, koleksiyoner Sir John Soane’dir.
Kendisini anmak ve müzesine işaret etmek için ölüm yıldönümünde ele almak uygun olur kanaatimce.
Hemen şöyle başlamalı; aslında her gün yanımızda eserleri ile ama farkında değiliz çoğu zaman. Londra’nın önünde, arkasında ve yanında poz verilen kırmızı telefon kulubelerinin modelinin mimardır.
Kendisine bazen duvar ustasının oğlu denilir veya neoklasik mimari üslübun en büyük mimarı. Ne de olsa İngiliz Merkez Bankası’nın mimarıdır.
Kraliyet Akademisi’nde mimarlık profesörüydü demek biraz hafif kalır ama en gelmiş geçmiş en kıymetli mimarıydı diye niteleyebiliriz kanaatimce.
1837 yılında ölünce atölye olarak da kullandığı evi müzeye dönüştürüldü ve bugün hala daha içindeki şaşırtıcı antik objeler, çizimler, resimler, heykeller ile beraber her ziyaretçinin ağzını açık bırakmaya devam ediyor.
Kanaatimce Londra’yı zengin, karmaşık, ayrıntılı ve sonsuz buluyorsanız sebebi de 18. ve 19. yüzyıllardaki Sir John Soane gibi dirayetli ve meraklı sanatçılar, mimarlar, eski eser koleksiyonerleridir.
Muse o kadar dehşetli yoğundur ve dar koridorlardan geçilerek muazzam salonlara, oturma odalarına ulaşır ki şaşkınlık içinde kalırsınız.
Tavandan gelen doğal ışık ve kemerlerle sağlanan geçişler şahanedir ki bu kemerler müze evinin dış yüzeyinde hemen farketttirir kendini.
Işık odası veya güneş odasında kahvaltı yaparken karşınızda Efes Artemis’ine ait bir heykel, yanınızda korint tarzı bir mermer başı, size dönmüş bir kaç akantus yaprağı veya ötede harika işlenmiş bir ayna durur. Bu konveks aynalar büyülü gibidir adeta; dünyanın dört bir yanından mimarlar ve mimar olmak için yetişenler dakikalarını verirler buraya. Müzenin özellikle bu salonundaki uyum ve ışık salınımı için günün farklı saatlerinde en az iki kere görmek gerekir. Zaten kırmızı telefon formunda olduğu gibi her dört yandan ışık aldığı gibi çatıdan da altıgen bir formatla ışığı cömertçe yaydığını göreceksiniz. Bu sebeple sabahın ilk ışıklarıyla mest olmak için Bay Soane burada kahvaltı yaparmış ve o sebeple adı da ‘Kahvaltı salonu’dur.
Yukarı kalkınca birkaç Canalotte çizimine göz gezdirip, arkadaşı Turner birkaç manzara işçiliğine hayran bakıp Reynolds ile mest olmak kimin hoşuna gitmez.
Yunan ve Roma dönemi antik objeleri de çarpıcı ama Mısır firavunlarından I. Seti’nin mermer mezar anıtıdır. Kendisinin hem başarılı bir savaşçı olması ve hem de önemli inşaat ve reform başarılarına imza atması ole en güçlü firavun İİ. Ramses’in babası olması bir yana mezar is işçiliğinin inceliği açısından da çok önemlidir. Kaldı ki Bay Saone’nin aldığı en kıymetli, görkemli, pahalı ve prestijli objedir ki aslında British Museum kıvamında ve kudretlinde bir objedir. Evine girildiğinde o kadar sevinç ve gurur içerisindeymiş ki 3 günlük bir sergileme partisi düzenleyip, 100 civarında mum ile mezar teknesi aydınlatmış. Bu sayede Mısır hiyerogliflerine hayranlığın biraz daha artmasına katkı sağlamıştır. Karanlıkta ve attan/etraftan yapılan aydınlatma mermerin kalitesini, ışığı geçirdiğini ve el işçiliğindeki mahirliği gösterdiği için de bir o kadar da havalıdır.
Zaten ziyaretçiler de prensler, prensesler, dükler, düşseler, baronlar gibi aristokratlar ile başbakanlardır.
Tabi yine de Çin seramiklerinden değerli vitray örneklerine, Yunan dönemi vazolarından Roma dönemi mozaik ve büstlerine kadar 45 bin civarında sanat objesi ve 30 binden fazla mimari çizim etrafta, raflarda, gizli bölmelerde, depolardadır.
Hele en üst katta yeni restore edilen çalışma odası bu alanda türünün en eskisidir; çalışma şartlarını gösterdiği gibi malzemeler, bitmiş veya yarım kalkış objeleri görme fırsatınız olur. Sadece mimarlık öğrencileri için değil bina sitillerine, iç ve dış dekora merak salan herkes için muhteşem bir tavan arasıdır.
Sir Saone evini ve koleksiyonu bu işlerden anlamayan, önem vermeyen, çalışmayı reddedip borç batağında yaşayan oğluna bırakmamak için İngiliz Palamentosu’ndan bir kanun çıkartarak evini kendisi hayattayken korumaya aldı. Zaten oğlunu da sevmezmiş.
Bağımsız bir vakfın yönetiminde İngiliz ulusu için var olsun istedi.
Bu müzede diğer İngiliz müzelerinde alıştığımız ve hoşumuza giden, yorgunluk attığımız bir kafeteryası yok, yer de yok bunun için.
Ama müzeyi çıkıp sola dönünce karşınıza İngiltere’nin ve Londra’nın İstanbul kahvehanelerini model alan en eski kahve dükkanlarından biri çıkar. 18. yüzyılda daldığınız tarih serüvenini 17. yüzyıla indirerek taçlandırınız o halde…
Lincoln’s Inn Fields’te.