Acaba Rusya, Ukrayna işgalinin geldiği bu noktada mı daha güçlüdür yoksa işgalden önce mi daha güçlü ve güvendeydi? Bu gerçekten kritik bir sorudur. Acaba Rusya’nın, NATO’nun Ukrayna’ya doğru genişleme tehlikesine karşı tek seçeneği tüm Ukraynayı işgal miydi, çok sınırlı bir askeri harekatmıydı  yoksa bunu siyasi ve diplomatik enstrümanlarla da yapabilir miydi ? 

Putin, Ukraynayı işgal etmeye çalışarak  tüm istemediği ve tehdit olarak ortaya koyduğu hemen hemen herşeyin gerçekleşmesine neden oldu. Putin, Ukrayna’yı işgal ederek Avrupa’nın tekrar ABD’ye yaklaşmasını, NATO’nun tekrar hayat bulup güçlenmesini, Rusya’ya karşı silahlanmasını, ABD ve Avrupa’nın birçok ülke ile birlikte Rusya’nın global tecrit edilmesine yönelik adım atmasını ve NATO’nun Finlandiya ve İsveç’i de alarak genişlemesine neden oldu. Batı yaptırımlarının da, zaman geçtikçe Rus ekonomisine vereceği zarar çok artacaktır. Rusya’nın Ukrayna’da çok büyük asker ve silah kaybı da söz konusudur. Bunlar, Rusya’yı dünya güç piramidinde daha aşağıya taşıyacak gelişmelere de neden olabilir.  

Aslında ironiktir. Putin’in en güçlü olduğu dönem, Ukrayna işgali öncesiydi. Bu noktada Putin, saygın ve tecrübeli bir devlet adamı profili çizmekteyken; Batı ise Irak, Afganistan ve Libya’daki kanlı müdahale ve bombardımanlarıyla gözden düşmüş, tüm dünyada prestij kaybetmişti.

ABD’nin politikaları da Avrupalı NATO müttefiklerini bezdirmiş ve NATO’nun ‘beyin ölümünün’ gerçekleştiği söyleniyordu. Özellikle Trump’ın “NATO’dan çekiliriz ha” şeklindeki demeçleri Avrupa’yı zaten yeni bir güvenlik arayışına yöneltmekteydi. Trump’ın, Güney Kore gibi bazı ABD üsleri bulunan ülkelerden, topraklarında ABD askeri üsleri bulunduğu ve koruma sağladığı için para istemesi, Amerikan prestijinin herhalde en düşük noktasıydı. Rusya adeta tehdit olmaktan çıkmaktaydı. Putin Ukraynayı işgal etmeden bekleseydi, ABD nin Avrupa üzerindeki etkisi daha da azalacak ve NATO nun daha fazla zayıflayacağı söylenebilir. Avrupa’da ‘stratejik otonomi’ söylemleri de zaten zirve yapmıştı. Zaman Rusya’nın lehine işlemekteydi.

Refah toplumu haline gelmiş Batılılar, bir türlü Rusya’nın Kırım’da veya Donbas’ta veya Libya’da yaptıklarına karşı harekete geçmek istemiyorlardı. Rusya attığı küçük adımlarla ya da daha bilinen ifadeyle salam taktiğiyle önemli avantajlar kazanmasına rağmen, Batı kamuoyları pek harekete geçemiyordu. Batı’da ekonomik gelişme ve hayat standartlarının yükselmesi her şeyin üzerindeydi. Ayrıca Avrupa artan ekonomik sorunlardan, özellikle Irak, Suriye’den ve Libya’dan gelen sığınmacılardan ve bunların tetiklediği aşırı sağ ve ırkçılık dalgalarıyla uğraşıyor ve adım adım dünya sahnesinde etkisini yitirmekteydi. Bu yüzden birçok Avrupa ülkesi, Rusya ile de bir cephe açmak istemiyordu.

ABD’nin, Avrupalı NATO üyelerine savunma harcamalarını artırmaları yönündeki baskıları da pek sonuç vermemekte ve hatta geri tepmekteydi. Çok az ülke bu orana yaklaşmıştı. Birçok Avrupa ülkesi açık tehdit görmediklerinden, savunma harcamalarını milli gelirlerinin % 2’sine çıkarmıyorlardı.

ABD’nin, “Rus enerjisine fazla bağımlı hale geliyorsunuz” şeklindeki ciddi uyarıları da, Avrupa’da pek dikkate alınmıyordu. Salam taktiği gerçekten işliyordu. Diğer taraftan, Putin; Avrupa’yı adeta Rusya’nın enerji müptelası yapmıştı. Moskova dış politikasını adeta “gaspromizasyon” şekline getirmiş, yani Rus enerji devini kullanarak Avrupa enerji piyasasını domine etmişti. Başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesi, Rus enerjisine büyük çapta muhtaç durumdaydı ve kolay kolay Rusya’ya karşı adım atmak istemiyorlardı. ABD’nin güçlü muhalefetine ve hatta yaptırım tehditlerine rağmen, Kuzey Akım 2 projesi sonuna geliyordu ve bu Almanya’yı daha fazla Rus gazına bağımlı hale getirecekti.

Putin emekliye ayrılan eski Almanya şansölyesi Schorder’i bile büyük ücret karşılığı Gasprom’un üst düzey yöneticisi olarak işe almıştı. Rusya, halkla ilişkilerde ciddi mesafeler almıştı.

Bu arada kabul etmek gerekir ki, Batı’da hem açık hem de gizli Putin’ciler gerçekten zemin kazanmıştı. Dikkat edilirse Avrupa’da aşırı sağ ve aşırı sol da Putin’i desteklemekteydi. Bunun nedeni, bu parti veya grupların ya AB’ye ya da ABD’ye karşı olmaları dolayısıyla, Rusya’ya destek vermeleriydi. Ancak AB’de gizli Rus finansmanı ile beslenen çok sayıda Rus yanlısı grubu da unutmamak gerekir. Putin hakkında Batı’da yazılan veya yazdırılan övgü dolu kitaplar, Putin’in egosunu iyice patlatmıştı.

Rusya bir şekilde dünya sisteminde de kendine önemli bir rol bulmuştu. Yavaş yavaş gücü azalmakta olan ABD hegemonunun karşısında, gittikçe artan bir denge rolü oynamaya başlamıştı. Batı dışında birçok ülke, Rusya’yı Batının sistemdeki ağırlığını dengeleyen ve daha cüretkâr şekilde diğer ülkelerin iç işlerine karışmasını ve kendine uygun bölgesel dengeler yaratmak için her türlü siyasi mühendislik yapmalarının önünde de bir engel olarak görüyordu. Rusya bu açıdan da birçok ülke için önemliydi.

ABD, hem Çin, hem de Rusya ile aynı anda mücadele etmek istemiyordu ve genel düşünce Rusya’yı da bir şekilde yanına alarak Çin’e karşı mücadele etmekti. Bu da Rusya’ya ABD’nin gözünde önem kazandırmaktaydı. Rusya bunu yavaş yavaş görmekte ve avantajlarını da kullanmaktaydı. 

Donbas’taki ayrılıkçı Ruslar, 2020’ye gelindiğinde zaten Rusya’dan doğrudan askeri destek almakta ve kendi bölgelerini yönetmekteydiler. Burası zaten Rus parasının geçtiği, Rus pasaportu verilen bölgeler olmuştu. Ayrıca buraları ayrı Cumhuriyet olarak ilan edilmiş ve Rusya bunları tanımıştı. Bu bölgelerin Ukrayna ordusu tarafından çökertilmesi ve bölgenin Ukrayna askerlerinin eline geçme tehlikesi de yoktu. Rusya zaten sınırdan her türlü askeri desteği verebilmekteydi. Kırım da zaten Rus hâkimiyetine girmişti ve bunu sahada değiştirecek bir gelişme de yoktu. Batı da bunu ve özellikle Kırım’ın Rus kontrolüne geçmesini kabul etmemiş olsa da, yavaş yavaş bununla yaşamayı öğrenmişti. Bu şekilde devam etseydi Rusya için en iyi senaryo, yani statükonun tanınmasa da zamanla kabul edilmesi gerçekleşecekti. Zaten bu gerçekleşmekteydi.

Diğer taraftan Ukrayna’nın NATO üyeliği de kolay değildi. Buna birçok ülke Rusya ile tansiyonu artırıp bir savaşa neden olabileceği düşüncesiyle karşıydı. Almanya ve Fransa buna zaten karşıydı. Her ne kadar bu konuşulmuş olsa da, Ukrayna’nın NATO üyeliği aslında masada değildi.

Hatta Rusya, Ukrayna’da çok sınırlı bir harekât yapıp sadece Donbas’a girseydi, bu bile Batı’yı pek harekete geçirmeyecekti. Batı her ne kadar Kırım işgaline ve Rusyaya bağlanmasına karşı olsa da Rus askeri gücünün çok üse seviyede olduğunu düşünerek bunun geri alınmasının pratikte mümkün olmadığına kanaat getirmişler ve bununla yaşamaya alışmaktaydılar. Batı Kamuoyları da bu konuyu devamlı gündeme taşımayı bırakmışlardı.

Ancak Putin tüm bunları ve elde ettiği başarıları yeterli görmemiş ve son kritik adımı da atıp Ukrayna’yı tümden işgal ederek, NATO’yu 1997 öncesine de döndürebileceğini düşünmüştü. Daha önce Batının Çeçenistanda, Gürcistanda, Kırımda, Donbasta ve Afrika’da pasif kalması ve Rusyanın buralarda devamlı avantaj elde etmesi, Ukraynanın da alınabileceğine olan inancı artırdı. Bu da, henüz sonuçları öngörülemeyen ancak en sonunda Rusya’ya bir yenilgi ve çok ağır bedel de ödetebilecek bu işgali başlattı.