İnsan ömrünü “yüz” yıl farz ederek, bir futbol maçı gibi ikiye bölsek; ilk yarının son on dakikası 40.yaşla başlar…
Ben, 40-50 arasındaki yaşlara gençlik döneminin “ihtiyarlığı” diyorum!...
Hayatın ikinci yarısını da buna göre değerlendirdiğimizde; 50.yaş yeni başlayan dönemin en genç yaşı olur!
Rahmetli Ahmet Taner Kışlalı hocanın bir sohbetinde şöyle dediğini hatırlıyorum:
- “İnsan kırk yaşına kadar tüm enerjisini harcayarak servet biriktirmeye çalışır; kırk yaşından sonra da biriktirmiş olduğu o serveti korumak, kaybetmemek için uğraşır.”
Hakikaten, hocanın bu sözünü kırk yaşını geçtiğimde bizzat tecrübe ettim…
Memur maaşıyla hasbelkader bir ev, bir de araba almıştık o yaşta. Elli yaşıma kadar geçen sürede evimin ve arabamın sayısını artırmak değil, değerini yükseltmek için çabalarım oldu…
Ancak hayat maçının ikinci yarısına başladığımda, “ikinci bir ev, ikinci bir araba daha olsa fena olmazdı” moduna geçtim…
Çocukların büyüyüp yetişmesiyle, onların kendilerine kuracakları yuvaya bir destek olma babından…
Şu an 53 yaşındayım… Maçın ikinci yarısında oyuna giren ve fırtınalar estiren futbolcuları görünce, yukarıdaki varsayımla kendime gaz veriyorum arada…
Aynanın karşısına geçip;
-“Daha yolun başındasın. Her şeyi yapabilecek, skorları tümüyle değiştirebilecek bir fırsatın var” diyorum …
Ununu eleyip, eleğini duvara asanlara teselli olsun diye söylemiyorum bunları…
Elli yaşından sonra dünyanın altını üstüne getirmiş, bugünün medeniyetine kapı açmış, bilime ve teknolojiye yirmi yılda alacağı yolu bir yılda aldırmış binlerce insan var…
Kırk yaşından küçük olanların elde ettikleri başarılarda en önemli faktör, aldıkları “risk”tir. Henüz çok bir şey biriktirmedikleri için, “kaybedeceğim ne var ki” havasında kolay cesaretlenirler…
“Kazandıklarını kaybetme” korkusunu yenmek, Kışlalı Hocanın dediği gibi on yılını alır insanın…
Bu korkudan kurtulan; yaşadığı tecrübenin verdiği motivasyon ile, “daha iyisini de yapabilirim” deyip hayatın ikinci yarısına başlayan insan, hakikaten “Da Vinci” ruhuyla hareket etmeye başlar…
Küçük kararları aklıyla, büyük kararları kalbiyle alması gerektiğini elli yaşında öğrendiğini belirten Özdemir Asaf, hayatının muhasebesini yaptığı bir şiirinde şöyle dert yanıyor:
“Dün sabaha karşı kendimle konuştum.
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum.
Yokuşun başında bir düşman vardı.
Onu vurmaya gittim kendimle vuruştum”
Yaşam mücadelesinde insanın en büyük düşmanı kendisidir…
Çok rahat başarabileceği işleri “yapamayacağını” söyleyen; zamanının ve gücünün tükendiğinden bahsedip iştahını kaçıran başkası değildir.
Benim gibi maçın ikinci yarısına yeni başlamış akranlarımı, “maç her an bitebilir” havasında isteksiz ve enerjisiz görünce üzülüyorum.
Halbuki, yarım asırlık devasa bir tecrübenin rüzgarıyla, 30'larındakilerin başaramadığı bir çok şeyi kolaylıkla başarabilirler…
Yaş faktörünün dışında, umutsuzluğu ve başarısızlığı körükleyen başka faktörler de var tabi ki…
Çünkü maçın oynandığı stat eski stat değil!..
Kurallar elli yılın öncesindeki kurallar değil!...
Dünyanın her yerinde yaşam gittikçe zorlaşıyor… Nüfus arttıkça kaynaklar ve imkanlar küçülüyor…
1986 yılında girdiğim üniversite sınavında, ben 200 bin kişiyle yarışırken, 2021 yılında sınava giren kızım 2 milyon 600 bin kişiyle yarıştı…
Bunun yanında, liyakat gibi, dürüstlük gibi, ahlak ve adalet gibi yıllardır değer verdiğimiz, koruduğumuz, leke sürdürmediğimiz bir çok kavram artık itibar görmüyor! Para etmiyor!
Yere düşeni kimse kaldırmıyor…
Elli yıl önce ortaokul mezunu birinin sahip olduğu statüye, bugün doktora eğitimi almış biri sahip olamıyor!...
Şu anda doktora tezi hazırlayan gardiyan yeğenim var benim!...
Kamudaki kadroları, iş pozisyonlarını siyasi referanslar dolduruyor…
Klasik tabirle, “ağzıyla kuş tutabilecek” kadar üstün meziyetli olanlar bile siyasi referans peşinde koşuyor; el-etek öpüyor…
Başka şansı yok çünkü…
Ümit Yaşar Oğuzcan'ı tanır mısınız bilmem?
Şiirlerinin hepsi aşk-meşk üzerinedir…
Ellinci yaş gününde yazdığı şiiri hariç!...
Şöyle diyor hayatının ikinci yarısına başlarken:
“Ne zaman baksam çevreme elli yıl sonra,
Hep aynı gördüklerim, bir keşmekeş, bir bozuk düzen…
Bir lokma ekmek uğruna tükenmesi insanların,
Yaşamak ve ölmek için hep aynı neden…

Sefil doymazlık: ete, kana, paraya…
Öylesi bir açlık ki eksilmeyen, bitmeyen,
İnsan, ezebildiğince mutlu insan, oğul,
Nereye gidersen git hep o tuzak, o dümen…

Küçük hesaplarla kabaran büyük hesaplar,
Ve değişmez çığlığı insanoğlunun: Ben, ben, ben!”
Sen yok musun? Onlar yok mu? Biz yok muyuz?
Nereye bu gidiş? Delicesine pupa yelken…

Dönüp gerilere bakıyorum, bir de kendime,
Elli yıl geçmiş, ha gün, ha yarın derken,
Değişen bir şey yok, bir şaşkın benden başka…
İşte aynı yol, aynı kapı, aynı merdiven…”

İnsan değişmeyince, insan hayatındaki pek çok şey de değişmiyor maalesef…
- Keşmekeşlik, bozuk düzen hâlâ gündem…
- Küçük hesaplara kurban edilen büyük davalar,
- Sürekli “Ben” diye başlayan nutuklar,
- Başkasını ezdikçe mutlu olabilen insanlar,
- Bitmeyen açlık, tükenmeyen ihtiraslar hâlâ gündem…
Şairi tanımayan birine, bu şiiri hangi tarihte yazmış olabileceğini sorsanız; mutlaka yakın zamanda yazmış der!...
Nerden bilecek; 1976'da, elli yaşında;
Çıktığı hayat maçında, ikinci yarının ilk düdüğünü beklerken yazdığını!...