Türk Tasavvuf geleneğinde en sevilmeyen kelime, “şikayet” kelimesidir…

Hatta bu kelimeyle örüntülü ne varsa onlara da aynı gözle bakılır…

Belki dizilerde de rastlamışsınızdır; Yunus Emre, üstlendiği görevi niçin yerine getiremediğini anlatmaya çalıştığı sırada, şeyhi Tapduk Emre’den çok sert bir cevap alır:

  • “Niçin şikayet ediyorsun, şikayet etme!”

Bizim Yunus; yanlış anlaşılmış gibi bir poza bürünüp;

  • “Şikayet etmiyorum, sadece başıma gelenleri anlatıyorum” der…

Tabi ardından, Tapduk Emre şu meşhur sözleri söyler:

  • Hikaye etmek de bir şikayettir!... Şikayet tevhidi bozar, birliği yok eder!... Dervişlikten murat, tevhidi değil, kişinin kendi nefsini yok etmesidir…”

İçinde yaşadığımız toplum, son iki asırdan bu yana sadece sürekli şikayet ediyor… Ekonomiden, siyasetten, eğitimden, iş hayatından, sosyal ilişkilerden…

Gördüğümüz, duyduğumuz ve dokunduğumuz her şey, her gün şikayet konusu…

Fakat onca şikayete rağmen ortada çok fazla değişen bir durum yok!...

Şikayet edenler değişiyor, şikayet konusu ise hiç değişmiyor!...

Sadece şikayet etmek, sürekli sitemde bulunmak neye çare olmuş ki?

Eski dilde, mevcut düzenden şikayet edene “şaki” denirdi…  “Eşkıya” aynı kelimenin çoğulu…

Şikayetin dozuna göre bugün “asi” sözcüğünü de kullanabiliyoruz…

Çözüm üretmeyen, sorunun giderilmesi için herhangi bir katkı sağlamayan, halk tabiriyle devamlı “hal ağlayan” insanlar; başka bir zaviyeden bakıldığında, şikayetçi oldukları şeyden daha önemli bir problem haline geliyorlar zamanla!...

Bugünkü Türk toplumunu tek bir sıfatla anlatın deseler; “şikayet toplumu” derim ben!...

Bu kadar çok şikayet ve bu kadar çok şikayetçi hayra alamet değil!...

Hangi sorun daha mantıklı? Ya da hangi sorun çözüme daha yakın?

  • Bir kişinin 99 kişiyi şikayet etmesi mi; yoksa 99 kişinin bir kişiden şikayetçi olması mı?...

Ülkemizde Tanzimat’tan bu yana durum şu:

Şikayet eden: Milyonlar…

Şikayet edilen: Bir!

Çözüm: Sıfır!

Bütünüyle “edilgen” bir millet olmuşuz…

  • “Bize sormadılar, bize öğretmediler, bize vermediler…”
  • “Bizi istemediler, bizi yoksul bıraktılar, bizi ayırdılar…”
  • “Bize şunu yaptılar, bize bunu yaptılar…”

Peki kardeşim; karşındaki bunları yaparken, sen ne alemdesin? Kendini bu şartlardan kurtarmak için ne yaptın, ne yapıyorsun?..

Döküleni toplamak, eksik olanı tamamlamak için hangi çabayı gösterdin?

Seni kökünden kopardılarsa, ona yeniden bağlanmak için neyi bekliyorsun?

Düşürdükleri yerden kendini kurtarabilmek için hangi uğraşı veriyorsun?

Sözlerimizle davranışlarımızın tutarsızlığı, bu konuda bizi dünya şampiyonu yapar!...

Bu şikayet alışkanlığımız, zaten zayıf olan gayretimizi biraz daha zayıflatıyor… Şevkimizi öldürüyor… Mücadele azmimizi kırıyor… Çözüm üretme yeteneklerimizi gün geçtikçe azaltıyor…

Kader niyete, niyet gayrete aşıktır” demişler…

Niyetlenmek çok önemli!...

Gayret, zaten Allah’ın emri:

  • Bir işi bitirince hemen diğerine başla!..” diyor Yaradan...

Her şey zıddıyla kaim…  Zorluğun yanında mutlaka bir kolaylık da var…

Umberto Eco, “mutlu insanın hikayesi olmaz” diye yazmış…

Tapduk Emre’yi tasdik eder gibi; “hikaye peşinde koşarsanız, şikayet ederek zaman harcarsanız mutluluğu da kaybedersiniz” demek istemiş yani…

Japonyalı ihtiyarın verdiği şu ders ile bitirelim:

Gençlerden biri, ona yaklaşır ve der ki:

  • Bana bir şey öğret.”

Hoca, parmağıyla kumlar üzerinde düz bir çizgi çeker ve şöyle der:

  • Bu çizgiyi kısalt!...”

Genç, avuçlarıyla çizginin yarısını siler.

İhtiyar Hoca; “olmadı” der…

Genç bir süre sonra tekrar gelir, Hoca yine bir çizgi çizer ve ondan yine kısaltmasını ister…

Delikanlı, bu kez çizginin yarısını avucu ve dirseğiyle kapatır.

Hoca yine “olmadı” der.

Delikanlı, “doğrusu ne?” deyince; ihtiyar adam, çizginin yanına daha uzun bir çizgi çeker ve der ki:

  • Şimdi kısaldı!...”

Bu ders, Japon mucizesinin sırlarından biridir.

Ey Türk İstikbalinin evladı!

  • Başkalarının başarı ya da başarısızlıklarıyla uğraşma. Sadece yapman gerekenleri yap, o sana yeter!...

Aksi halde, MFÖ’nün dediği gibi; “ondan şikayet, bundan şikayet…. Ne iştah bırakır ne de afiyet!...”