Geçen hafta çıkan bir gazete haberi ülkücü hareketin mensupları için çok önemli bir ayrıntıyı içeriyordu. 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde binlerce Türk insanının katledilmesine en hafiften bir suçlama ile seyirci kalan “darbe ortamını hazırlamaktan sorumlu çevreler”in kulağına kar suyu kaçıracak haber şöyleydi: 12 Eylül Cuntası’ndan hayatta kalan iki isim olan Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın yargılandığı “12 Eylül Darbesi Davası”na bakan Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi aldığı ara kararda Genelkurmay, MİT ve Emniyet’ten bilgi ve belge istenmesine karar verdi. Mahkeme, MİT Müsteşarlığı ve Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı’ndan, 27 Mayıs 1980’de öldürülen eski Bakan Gün Sazak’a yönelik eyleme ilişkin herhangi bir bilgi bulunup bulunmadığının sorulmasına karar verdi. [1]


Bu haberi önce TV’lerde dinleyip ertesi günün gazetelerinde gördüğümde bir anda Gün Sazak’ın şehid edildiği 27 Mayıs 1980 gününe gittim.[2] O gün evimizin bulunduğu Tıp Fakültesi caddesindeki evimizin balkonunda yankılanan Saimekadın-Abidinpaşa sınırındaki Esenler Sokağı’nda otomatik bir silahtan çıkan kurşun sesleri kulağımda çınladı. Daha sonra rahmetli Gün Sazak’ın cenaze töreninde babalarının resmini taşıyan iki oğlu ile eşinin hüzünlü duruşlarını ve hemen yanlarındaki Alparslan Türkeş’in ilk kez o derecede çaresiz bir ifadeyi taşıyan çehresini hatırladım.


Daha sonra 12 Eylül’e giden son bir yılda “ortamın olgunlaşması için sahnelenen kanlı oyun” bu oyunda sağdan/soldan kurban giden 2812 Türk vatandaşı [3], bunlar arasında  “nisyan ile malûl” olan insan hafızasının bile unutamayacağı isimler bir bir gözümün önüne geldi.  Gün Sazak cinayetinin ayrıntılarının talep edildiği mahkemeden aydınlatılması gereken daha pek çok olay hakkında bilgi istenmesinin gereğine olan inancımla bu yazıyı yazma kararına vardım.  


Hangi Kirli Eller Tanzim Etti Bu Listeleri?..


Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi’ne ülkücüler adına müdahil olan avukatların milliyetçi/ülkücü oldukları için ölüm listesine alındıkları kesin olan gazeteci/yazar İlhan Egemen Darendelioğlu [4], gazeteci İsmail Gerçeksöz [5] ve şair/yazar Kemal Fedai Coşkuner [6] cinayetlerinin ve özellikle bu isimlerin neden hedef seçildiklerinin araştırılması için soruşturmanın genişletilmesi talebinde bulunmalarını zorunlu görüyorum. 


12 Eylül 1980 öncesini yaşamış bir ülkücü olarak bu saydığım isimlerin hedef olarak sıralandığı bir listenin“karanlık mahfiller”de oluşturulduğuna inanıyorum. Her biri 50 yaş üzerinde bazılarının isimlerini Ülkü Ocakları Genel Merkezi yöneticilerinin bile bilmediği bu yazar/gazeteciler “bir sağdan bir soldan”anlayışının tipik bir tezahürü olduğu için özellikle dikkatle araştırılmalıdır. Mahut ““bir sağdan-bir soldan”anlayışı 12 Eylül sonrasında idam cezası verilen gençlerin infazı ile ilgili olarak Kenan Evren cuntasının bir yaklaşımı olarak ünlendi ama, 12 Eylül öncesinin ‘cinayetler kronolojisi’ne bakan herkes, hemen her ‘önemli’ cinayette bu anlayışın kanlı gölgesini fark edecektir. 


Her ölüm önemlidir ama, 12 Eylül öncesinde simge bazı akademisyen/siyasetçi/yazar cinayetleri darbeye giden kanlı yolda önemli kilometre taşları olarak tarihe geçti. Ankara’da ismini kimsenin bilmediği halim/selim akademisyenlerin sol taraftan; dede olma çağında bazı yazarların sağ taraftankatledildikleri/katlettirildikleri gerçeği mutlaka sorgulanmalıdır. Aynı dönemde 12 Eylül öncesinin “Aydınlık”gazetesinin oynadığı rol de iyi hatırlanmalıdır. Bugün, aynı çevrelerin “ulusalcılık” oyununa takılanların Millî Kütüphane gibi güvenilir kaynaklardaki Aydınlık arşivinin 12 Eylül öncesi son yıldaki sayılarının sadece ilk sayfalarına bakması yeterlidir.


Mehmet Karanfil’in ‘Gül Hüznü’ 


12 Eylül Darbesi’nden söz açmışken bahsetmeden geçemeyeceğim bir eser var önümde: İzmir ülkücülerinin ve ülkücülerin cezaevindeki tutsaklık günlerinin bir günlüğü şeklinde kaleme alınmış Mehmet Karanfilimzalı bu kitap, “Gül Hüznü” adını taşıyor. İlk baskısı yapıldıktan sonra “Kırılan Güller” adı ile sergilenen bir tiyatro oyununa kaynaklık eden kitabın son baskısını, zaman zaman gözlerim yaşararak okudum. Son sayfasını bitirdikten sonra, darağacında şehadetlerine dair ayrıntıları öğrendiğim, hapishane arkadaşları olan yazara yazdıkları son mektuplarını okuduğum Selçuk Duracık ile Halil Esendağ başta olmak üzere bütün ülkücü şehidlerimiz için birer Fatiha okudum.  


Kitabın “Anlamak İstemediler Bizi” arabaşlıklı bölümünde Mehmet Karanfil’in nezarette yanındaki hücreye düşen ‘solcu militan kadın’ için söylediği sözleri, ülkücü hareketin kendisine de sorması gerektiğini düşündüm. Yanındaki hücredeki devrimci kadının, Karanfil’in siyasi görüşünün “ülkücülük” olduğunu öğrendikten sonra sarf ettiği “kara faşist” hakaretini hazmedemeyen Karanfil, üzüntüsünü dile getirirken şöyle yazmış:


“Yanlış bir sistemle kini ideoloji yapanlar, insanlarımızı ne hale getiriyorlardı. Oysa biz konuşabilmeliydik, fikirlerimizi, birbirimize anlatabilmeliydik; birbirimizi dinleyebilmeliydik… Olmadı.  


Yan nezaretin kapısı açılmıştı. O bayanı sorguya götürüyorlardı. Cinayetten sorgulanıyordu. Feryadını duyuyordum. Sanki kendi kardeşimdi feryad eden. Ne fark eder ki, böyle olmamalıydı; böyle olmamalıydı…” [7]


Şehîdler ; Ülkücü Şehîdler… Bizim Şehîdler…
Kitapta, ülkücülerin mahkemelerde, cezaevlerinde gördükleri muameleler yanında; yolları İzmir’de kesişmiş ülkücü şehidlerin şehadet hikâyeleri düzenli bir tasnif yapılmadan yeri geldikçe anlatılıyor. Bunlar arasında Bornova Büyük Ülkü Derneği başkanı Vanlı Suat Kürşat’ın, Denizlili Cengiz Şen’in, Konyalı Mustafa Gönül’ün, Elazığlı Nurettin Temiz’in, Turan İbrim’in, Saffet Çelik’in, feth-i kabir yapıldığında bedeninin bozulmadığı anlaşılan Nevzat Karademir’in, Osman Kavcar’ın şehadetlerini anlatan sayfalar, kaç gün hiç aklımdan çıkmadı. 


Osman Kavcar’ın şehadeti sonrası toprağa verilmesini takiben üçüncü gün annesine uyanık iken görünerek, sanki hayatta imişçesine, düzenli olarak ziyaret edip teselli vermesine ilişkin satırları boğazıma takılan bir yumrunun eşliğinde tekrar tekrar okudum.[8] 


Cezaevleri’ni “Yusufiye” Yapan Ruhun Sırrı



Daha önceki bir yazımda, “Ülkücü Bilincin Şekillenmesinde Şehâdet”in önemine işaret etmiştim.[8]

 Mehmet Karanfil’in kitabından hayatlarının son gecesine hazırlanmalarını ve o son geceyi anlatan sayfalarını gönlüm dolarak okuduğum Halil Esendağ’a, Cezaevi’nden tahliye edildikten sonra nikâh davetiyesi gönderen Karanfil’e, cezaevinden 11 Ağustos 1982 tarihinde imzalanıp düğün hediyesi olarak gönderilen kitabın Kuşeyri Risalesi[9] olması beni ne kadar düşündürdü. 


Tasavvufun temel eserlerinden birisi olan Kuşeyri Risalesi isimli tarihî kitabın, idama mahkûm bir ülkücünün ölüme hazırlığı için ne kadar işe yarayacağını, bu kitabı okumayanların anlaması mümkün değildir.


“Ölmeden önce ölünüz” hadisinin şerhi olarak kabul edilebilecek bu kitabı, hayatın sadece dünya üzerinde nefes alınıp verilmekle geçecek bir süre olmadığının bilincine ermelerinde ve kitapta çok güzel ifade edilmiş olan ölüme “hoş geldi, sefa geldi” deyip celladı ile helâlleşmeyi unutmayacak kadar soğukkanlılıkla idam sehpasına yürümelerinde Selçuk Duracık ve Halil Esendağ için ne hoş bir azık olduğunu bugün yaşayan ülkücülerden kaç tanesi anlayacaktır acaba?.. Bunun dahi, Rabb-i Rahîm’imin kendilerine bir ikrâmı olduğuna şehadet ederim.


5 Haziran 1983 gününün seher vaktinde, tan yeri ağarmadan kurulan darağacında Hakk’a yürüyen bu iki ülkü şehidi, Selçuk Duracık ve Halil Esendağ için, duam şudur: Rabbim makamlarını âli eyleye…


“Sözüm size, bize, hepimize”


Geçtiğimiz günlerde okuduğum Ahmet Zaimoğlu imzalı ve ”Öyle Bir Geçer Zaman ki, Rezaleti” başlıklı bir yazıda [10], dizi sektörünün ülkücüleri eli kanlı birer eşkıya, insan değil birer odun olarak tasvir ettiğinden şikâyet ediliyordu. Yazar, ülkücülerin bu imaj savaşında mutlaka yer alarak, ülkücü hareketin gerçeğini dile getiren eserler kaleme almalarını, filmler-diziler çekmelerini öneriyordu. 

“Başka türlü Türk Milleti’ne ve Ülkücülere yapılan saldırılara karşı koymak mümkün olmaz” tesbiti ile biten yazıyı okuyup bu konuda neler yapılabilir diye sancılanan var ise, işte önlerinde işlenerek, senaryolaştırılıp film yapılmağa hazır bir eser: Gül Hüznü.  


Bu eseri bize ulaştırarak, tarihî bir görevi yerine getiren Mehmet Karanfil’in, tarihe -ve şehadet şerbetini içen ülküdaşlarımıza- karşı gönül borcunu samimiyetle hissederek yazdığı her satırından anlaşılan ve bir havasına girildi mi bitirilmeden elden kolay kolay bırakılması mümkün olamayacak bu eserin, ülkücü gençliğin başucu kitaplarından birisi olmasını dilerim. 


Dikkatle okunmalı ve “ülkücülerin sokakta olması”nın anlamı ve sonuçlarının; o sokaklarda ölümcül yaralar alan, cezaevlerindeki sınavları da başarıyla geçen en yiğit ülkücülerinden birisinin kaleminden anlatıldığı bu eserin, hemen her sayfasında barındırdığı ibret dersleri iyi alınmalıdır.


“Sözüm size, bize, hepimize”

_________________________________________
 (*) Dr. Hayati BİCE, ÜLKÜ~YAZ Genel Başkanı.


İletişim: http://hayatibice.net