Bildiklerinizin değeri sadece karşınızdakinin anlayışı kadardır…

Aynen ticaretteki arz-talep dengesi gibi…

Eğer verdiğiniz bilgilere karşınızdakiler hiçbir ihtiyaç duymuyorsa; o bilgi altından kıymetli de olsa elinizde kalır; heba olur gider!...

Sizin ne kadar emek veya para harcadığınızın, hangi maliyetlere katlandığınızın onların indinde pek bir önemi yoktur…

Alıcılar meseleye sadece kendi zaviyesinden bakar…  Elinizdekine ihtiyaçları nispetinde bir kıymet biçer…

Burada yapacağınız iki şey vardır:  Ya zararına satmak, ya da satmaktan vazgeçip sonuçla yüzleşmek…

Mevzunun uygulamasına bir örnek vereyim…

Okulda yılın son haftalarındayız… Benim dersimin de, mesleki beceri kazanma açısından en önemli konuları bu son haftalara denk geliyor…

Ancak, öğrencilerimi, o konuların ne kadar değerli olduğuna bir türlü ikna edemiyorum…  Onlar, baharın gelişinin verdiği sarhoşlukla daha çok ilgileniyorlar ve derslere pek katılmıyorlar… Derse gelmeyerek neler kaybettiklerinin de maalesef farkına varamıyorlar…

Şimdi ben, 40-50 kişilik bir sınıfta, gelen 3-5 kişiyle ders yapıyorum…

Kamuda tasarrufun ne kadar hayati önemi olduğunu tartıştığımız şu günlerde, devletin bu çocukların eğitimi için ayırmış olduğu devasa kaynakların böyle kolay bir şekilde verimsizliğe dönüştürülmesi vicdanımı sızlatıyor…

Öğrenci okula ne için geldiğinin farkında değil!... Okulu, şuur altında zaman geçirdiği bir yer olarak kodlamış…

Ders dinlemeyi ve öğrenmeyi bir ihtiyaç olarak görmüyor… Derslere, hocanın tek taraflı olarak yerine getirmesi gereken bir yükümlülükmüş gibi bakıyor…

Öğrenmeyi, araştırmayı ve sorgulamayı bir ihtiyaç gibi görmeme hali sadece okullara mahsus değil…

Okul dışındaki diğer ortamlarda da durum aynı…

Nereye giderseniz gidin,  formel bilgiye ve öğrenmeye karşı hissedilir bir direnç var!...

Toplum adeta, “okumamışlığın ferasetine” inandırılmış!...

Aklımızı başımızdan alan projeler memlekette cirit atıyor!.. O projelerin sonuçta kime hizmet ettiğine kimse bakmıyor…

Propagandaya benzeyen, tek yönlü iletişim kanallarından kesintisiz bir şekilde gelen mesaj bombardımanlarının altında başka bir sonuç görmek hayal olur zaten!...

Bizim 80 öncesi kuşakların kitap okumaktan gözleri şişer;  yazı yazmaktan dirsekleri çürürdü…

Fakat şimdinin modası “eylemsiz” okul…

Öğrenciyi herhangi bir öğrenme etkinliğine yönlendirmede öyle zorluklar çekiyoruz ki!...

Derse kitap ve defteriyle gelen, üzerinde kalem taşıyan öğrenciye ek puan vereceğim” sözünün bile bir çok öğrenci de para etmediğini gördüm!...

 Bütün bunları öğrencileri suçlamak için söylemiyorum… Bir gerçeğe dikkatinizi çekebilmek için anlatıyorum…

Farkında mısınız bilmem, giderek bir “insan sürüsüne” dönüşüyor toplumumuz…

Birileri bizi basit bir değnek sallamasıyla istediği yöne kolayca sürüyor…

Bilimden uzaklaşıyor ve duyarsızlaşıyoruz…

Çoğu kişi hareket eden heykeller gibi…

Estetik, heybetli ama her tarafı taştan heykeller!...

Yere düşeni kaldırmak yerine, “yere düşen kim?” diye soruyoruz önce!...

Birbirimizi “anlamaya” değil “yargılamaya” çalışıyoruz!...

Tabi; anlamak için “ahlak ve bilim”, yargılamak için de “ideoloji” lazım…

Üzerimize kimin saldığını bilmediğimiz o kısır ideolojilerin saldırganlığının sebebi bu!...

Mısır’da “Fare Çuvalı Teorisi” diye bir hikaye var…

Tarım mühendisi olarak çalışan bir adam, Kahire’ye gitmek üzere trene biner…  Yanına, yaşlı bir çiftçi oturur…  Mühendis, çiftçinin ayakları arasında bir çuval olduğunu ve yol boyunca onu belli aralıklara tekmelediğini fark eder…

Sonunda dayanamaz ve çiftçinin bu garip hareketinin nedenini kendisine sorar…

Çiftçi şöyle der:

-          “Bu çuvalın içinde çok sayıda fare var… Onları, Kahire’deki Ulusal Araştırma Merkezi’ne satmak için yakaladım… Orada laboratuvar deneylerinde kullanılıyorlar…”

Mühendis, “Peki bu çuvalı neden sürekli çevirip sallıyorsun?” deyince de;

-          “Fareler ve sıçanlarla dolu bu çuvalı eğer arada bir sallamaz ve çevirmezsem fareler ve sıçanlar rahatlayacak ve yerleşecekler. Bu durumda, onların gerginlikleri azalacak ve çuvalı kemirip delmeye başlayacaklar. Bu yüzden onların korku ve gerginliklerini artırmak için arada  bir çuvalı sallıyorum. Böylece birbirleriyle çatışırlar, içgüdülerine kapılırlar ve çuvalı unuturlar… Ta ki Araştırma Merkezi’ne varana kadar cevabını alır...

Bugün; gelecekte kendine düşman gördüğü herkesi, Filistin’de olduğu gibi çoluk-çocuk demeden katleden ve bundan en ufak bir rahatsızlık hissetmeyen batı ideolojisi; gücü yettiği oranda bizim toplumumuzla da mücadele etmekte ve çuvalımızı arada bir tekmelemektedir…

Bu adamlar, hiçbir zaman halkımızın huzur ve istikrarı hissetmeye başlamasına müsaade etmez…

Biz ne zaman böyle bir fırsat yakalasak, anında çuvalı sallayıp fitneyi başlatırlar ve terörü azdırırlar!...

Doğal olarak insanımız onların bu görünmeyen tekmeleri yüzünden “bir sürü psikolojisinin” içine sokuluyor…

Gençlerimiz… Öğrencilerimiz… Kendilerini kolay bir şekilde manipüle edenlerin ağına düşüyor… Olaylar karşısında mantığı ile değil, içgüdüleriyle hareket etmeye başlıyor…

Yönlendirilmiş ya da gerçeklikten saptırılmış ihtiyaçlar bizi varlık merkezimizden koparmasın…

Mısırlı çiftçinin hatırlattığı gibi  varlığımızı ve sonsuzluğumuzu” kolaylıkla parçalayabileceğimiz çuvallara kurban etmeyelim…

Yazımızı da Giresun keyfanılarının ağzıyla bitirelim:

-          “Andır galsın u çuvallar!... “