ÜLKELERİN bölgesel veya küresel güç olup olmadıklarını; ekonomik kapasiteleri, savunduğu değerler sisteminin cazibesi ve askeri caydırıcılık seviyesi olarak üç başlık altında değerlendirmek genel kabul gören bir yaklaşımdır. Ekonomi boyutuna ilişkin olarak, Türkiye’nin son yıllarda gerçekleştirdiği atılım birçok platformda dile getiriliyor. On yıl içerisinde Türkiye, GSYH’sini üç katına, fert başına düşen milli gelirini ise 10.000 doların üstüne çıkardı. Ankara iki milyar dolar karşılıksız yardım yapabilen ve bir zaman ağır koşullarla borç aldığı IMF’nin kasasına beş milyar dolar yatırabilen bir ülke konumuna geldi. Gelecek öngörülerine baktığımızda hem iktidar hem anamuhalefet partisi 2023 hedeflerinde çıtayı kişi başına düşen gelirde 20 bin doların üstüne çıkarıp, dış ticarette 500 milyar dolar çıtasını aşmak istediğini belirtiyor. Kısacası işin ekonomik kısmı rayında gidiyor gibi... Avrupa Birliği süreciyle birlikte Türkiye’nin, savunduğu değerler sistemi bakımından da ikna edici bir hedefe doğru yöneldiği söylenebilir. Birçok karşılaştırmalı çalışma Türkiye’nin eskisine oranla daha demokratik ve özgürlükçü bir ülke olduğunu ortaya koyuyor. Özellikle askeri vesayetin geriletilmesi, işkence ve kötü muamelenin yaygın bir uygulama olmaktan çıkarılması, toplumsal sivil denetimin yaygınlaşması bu alandaki gelişmelere verilecek somut örnekler arasında. Bununla birlikte demokrasi, bireysel özgürlükler, hukukun üstünlüğü ve insan hakları açısından Türkiye’nin daha kat etmesi gereken bir hayli yol var. Onun içindir ki toplumun büyük bir çoğunluğu (yüzde 80’in üzerinde) ve tüm siyasi partiler daha özgürlükçü ve demokratik bir Anayasa konusunda ittifak etmiş durumda.

 

TÜRKİYE’NİN ASKERİ GÜCÜ NE DURUMDA?

Ekonomik gücün ve referans değerler sistemine sahip olmanın yanı sıra, bölgesel veya küresel güç olmak açısından önemli rol oynayan askeri güç unsurunun, henüz daha istenilen standartlarda olup olmadığı konusunda büyük bir muamma söz konusu. NATO’nun ikinci büyük ordusu olduğumuz sıklıkla dile getirilmekle birlikte bunun nasıl bir büyüklük olduğu izaha muhtaç. Örneğin, NATO’nun en güçlü ordusu ABD’ye ait... Amerikan ordusu, devasa bütçesi, nükleer silahları, 641 bini kara, 333 bini deniz ve 334 bini hava kuvvetlerinde olmak üzere yaklaşık 1.5 milyon profesyonel askeri, uzay savaşları teknolojisi, nükleer denizaltıları ve tüm stratejik havza ve noktalardaki filolarıyla gücünü ortaya koyuyor. Diğer taraftan ABD dünyadaki askeri harcamaların yaklaşık yüzde 43’ünü tek başına yapıyor. NATO’nun ikinci büyük ordusu Türkiye’nin 696 bin askeri personeli var. Ancak Türkiye’nin son dönemde gündemi işgal eden Suriye krizinde gösterdiği performans da dikkate alındığında askeri güç kapasitesi açısından yeniden düşünme sürecine girmemiz gerektiği ortada. Zira günümüzün askeri gücü insan sayısıyla değil, teknik kapasite ve profesyonellik seviyesiyle ölçülüyor. Bir kıyas yapılacak olursa, İran’ın binlerce km menzilli füze denemeleri yaptığı bir coğrafyada bizim çok ciddi bir şekilde savunma sanayiini gözden geçirip bu alana yatırım yapmak zorunda olduğumuz ortaya çıkıyor. Daha önceki bir yazımda “profesyonel ordu” tartışmasını askeri personel yetişmişliği bakımından ele almıştım. Ancak profesyonel askerin yanı sıra hava sa vun ma sis tem le ri nin ge liş ti ril me si, de niz kuv vet le rin de ki do na nım ve tek nik kapasitesinin artırılması da büyük önem arz ediyor. Sonuç olarak, Türkiye’nin savunma kapasitesini, bir yandan karşılaşacağı muhtemel tehditleri dikkate alarak geliştirmek diğer yandan da Türk dış politikasının bölge sorunlarında oynamak istediği rolle uyumlu hale getirmek durumundayız.

(Haber Türk gazetesinden alınmıştır)