İktidarın gücüne yaslanma ve zayıf olana hükmetme arzusu tarihin her döneminde ötekileştirilen, aşağılanan ve dışlanan grupların varlığına ön ayak olmuştur. Egemen olanın belirlediği normların dışında kalan, uyum sağlayamayan ve itaat etmeyenler üzerindeki baskı, kitlesel katliamların, büyük çaplı çatışmaların, toplumsal parçalanmanın en önemli sebeplerinden birisidir. Soykırımlara varan uygulamalar da bu tip fikirlerin üzerinden inşa edilmiştir; apartheid tarzı ırk ayrımına dayalı politikalar da. Bu bakımdan ayrımcılık ve ötekileştirmenin tarih boyunca dünyada şiddet sarmalını besleyen ana unsur olduğu söylenebilir.  

Egemenlerin hegemonyalarını sürdürmek adına geliştirdiği bu, kendilerine benzemeyenleri, normlara uymayanları aşağılama ve kötüleme politikası iki yönlü bir etkiye sahiptir. Bunlardan ilki diğerini nefret edilesi bir kategoriye sokmak yoluyla düşmanlaştırmak ve egemen güce yakın duranları bütünleştirmek işlevidir. Bu şekilde kendisini egemenlerle özdeşleştiren grupların konsolide olması ve ortak düşmana karşı yekpare bir tavır içinde olması sağlanmıştır.

İkincisi, egemen gücün normlara uymayanlara karşı uyguladığı baskıcı politikalara meşruiyet sağlayacak kitlesel kabul koşulları oluşturulmuştur. Örneğin 'Çingeneler hırsızdır; Yahudiler soyguncudur; zenciler güvensizdir' tarzı ön kabuller yaratılarak iktidarın bu gruplara karşı her türlü alçaltıcı önlemine zemin hazırlanmıştır. 

Son dönemlerde (özellikle 11 Eylül eyleminin ardından) Batı'da yükselen Anti-İslami tutumun güç politikası bakımından açıklaması da bu çerçevede yapılabilir. Bir yandan egemenlerin kendi çevrelerini bütünleştirici ortak düşman figürü üretimi yoluyla bir ideolojik boşluk doldurulmaktadır; diğer yandan da İslam coğrafyası üzerindeki her türlü siyasi baskı uygulamasına uluslararası kamuoyu desteğini sağlayacak genel bir ruh hali kurgulanmaktadır. Parlatılan resim şudur: Düşünce özgürlüğünü savunan ve her fikre saygılı Batılılara karşı, güvenilmez, şiddete meyilli, linç kültürüyle yoğrulmuş barbar Müslümanlar vardır. Bunlar öylesine barbar bir gruptur ki, bir tek karikatür ya da film milyonlarca insanı birer katile çevirebilmekte, insanlar birilerini öldürmeyi adeta ibadet olarak algılayabilmektedir.

Bu durumun Müsümanlarla daha iyi ilişkiler kurulması gerektiğine inanan Obama gibi, Batılı politik figürler üzerindeki olumsuz etkisini ve seçimlerde bir malzeme haline getirilme ihtimalini bir başka yazıya bırakalım. Önümüzdeki dönemde İslam coğrafyasının aynı zamanda bir şiddet coğrafyasına dönüştürüleceğinin sinyallerinin geldiği uyarısını da şimdiden yapmak gerekiyor. Üstelik böyle bir gelişmenin egemen güçlerin politik müdahalelerine meşruiyet sağlayacağını ve moral üstünlüklerini pekiştireceğini de belirtmeden geçmeyelim.

Uzun lafın kısası, çizilen karikatürler de, yapılan filmler de rastgele tercihler değil. Küresel bir kurgunun ve zihinsel bir şekillenmenin aracı olarak kullanılıyor. Müslümanlar belirli bir politik kimliğin içerisine hapsedilerek, dilleri yerine yumruklarını kullanmak zorunda bırakılıyorlar. Müslüman eşittir 'terörist' algısına ilave olarak Müslüman eşittir 'linççi', Müslüman eşittir 'özgürlük karşıtı' haline getiriliyor. Bu yolla da her türlü politik aşağılamanın, ötekileştirmenin ve düşmanlaştırmanın yolu açılıyor.

Bütün bu önyargı ve nefret ortamının içerisinde Türkiye'ye düşen rol, İslam'ın şiddet kültürüne alternatif bir entelektüel derinliğe sahip olduğunu göstermektir. Uluslararası kurumlarda İslam dinine yönelik hakaret ve aşağılamanın aynı zamanda Müslümanların kimliklerine yönelik bir aşağılama olduğunun ve nefret suçu kapsamında değerlendirilmesi gerektiğinin anlatılması son derece önemlidir. Bir siyah derilinin karşısında maymun taklidi yapılmasının bile nefret suçu kapsamına alındığı bir dünyada (ki doğru bir uygulamadır) milyarlarca insanın inandığı Peygamber'e, kutsal kitaba bunca aşağılamanın da yeri olmaması gerekir. Egemenlerin diline verilecek en iyi karşılık, yine onların diliyle konuşmaktır.

(Akşam gazetesinden alınmıştır)