Başbakan Erdoğan'ın gezisi Azerbaycan'ın ardından Ukrayna ve Bosna Hersek ile devam ediyor. Yüksek düzeyli stratejik işbirliği çerçevesinde planlanan bir tur olması itibarıyla bu tür yurt dışı ziyaretlerde alışageldiğimiz şekilde iş topluluklarını ve iş anlaşmalarını değil, devlet temsilcileri arasındaki üst düzeyli ilişkileri takip ediyoruz. Buna rağmen her gittiğimiz yerde bir yandan da birçok Türk işadamı ile karşılaşıyor ve onların başarı hikayelerini, iş hayatında tutunabilmek için verdikleri mücadele süreçlerini dinliyoruz. Bir mukayesede bulunmak gerekirse Türkiye'nin ve Türklerin bugün geldiği noktanın bölge ülkelerinden çok farklı ve üstün olduğunu söyleyebiliriz. Hayat buralarda çok daha yavaş akmış ve gidilecek daha çok yolları var lakin yola çıkılmış, artık geri dönüş yok.

Türk
dış politikasının çok boyutluluk ilkesi çerçevesinde şekillendirilmesinin en önemli uzantılarından birisi de kuşkusuz geniş Karadeniz çevresi ve Balkanlar.  Bölge sosyal ve siyasal olarak çok farklı dinamikleri bir arada bulundursa da içinde barındırdığı çok renklilik ve kültürel zenginlik değişik bir uyum ve anlayış geleneği yaratmış. Türkiye'ye bakış bir zamanlar daha çekingen olsa da artık çok daha pozitif ve işbirliğine yönelik. Heyetin üç ülkede de büyük bir ilgiyle karşılanması bunu gösteriyor.

Bosna
ve Ukrayna ile vizesiz giriş imkanlarının bulunması ülkeler arası ticaret hacmini sıçratacak gibi görünüyor. Azerbaycan ise vize sorununun çözümünü siyasi dengeler nedeniyle ileriye atmış durumda. Her üç ülke de tıpkı Türkiye gibi jeopolitik olarak kritik coğrafyalarda konumlanıyorlar. Kuzey- Güney ve Doğu- Batı hatlarındaki geçiş olma özelliklerinin yanı sıra askeri bakımdan da çok stratejik bir öneme sahipler. Bu nedenle dünya siyasetindeki sıkışma arttığı müddetçe üzerlerindeki baskının artması da kaçınılmaz. Bu bakımdan kendi aralarında yakın ilişki ve iletişim içerisinde olmaları son derece değerli.

Başbakan Erdoğan'
ın ziyareti geleceğe yönelik iş birliği anlaşmaları ve diplomatik ilişkiler düzeyinde gerçekleşse de, Türkiye ve dünyadan gelen haberler o günün gündemini şekillendiriyor. Nitekim Yalta'da yapılan Avrupa Stratejisi Yıllık Toplantısı'nda Başbakanımızın yaptığı konuşmada Libya'da ABD büyükelçisine düzenlenen suikast hakkındaki yorumları oldukça önemliydi. Erdoğan, konuşmasında bir yandan düşünce özgürlüğü çerçevesinde insanların inançlarına yönelik olarak yapılan ciddi saldırıları kınarken, diğer yandan da protesto hakkı çerçevesinde şiddet ve teröre geçit verilemeyeceğinin altını çizdi.

Bu konu önümüzdeki dönemin en önemli tartışmalarından birisi olacağından  uluslararası düzeyde nefret söyleminin kapsamının daha net olarak tanımlanması gerekebilir. İnançlara yönelik yapılan yayınların film ya da karikatürlerin bir yandan da o inanç sistemine mensup insanları aşağılaması, ötekileştirmesi, tahrik etmesi düpedüz bir nefret söylemidir ve ırkçılığın bir başka versiyonudur. İslam'ın, Hıristiyanlığın, Yahudiliğin ya da bir başka inancın kutsallarına hakaret etmek o inancı benimseyen insanlara da hakaret anlamına geliyor. Aşağılanması, dalga geçilmesi veya tahrif edilmesi uluslararası anlaşmalar çerçevesinde engellenmesi gerekir. Aksi halde geniş kitleleri mobilize eden birer şiddet ve tahrik aracı haline gelebilir; politik çıkarlar çerçevesinde istismar edilip büyük çatışmaların tetikleyicisi olabilir.

Buna karşın hiçbir sebep bir diplomatik temsilcinin katledilmesine ya da herhangi bir şiddet girişimine meşruiyet sağlayacak nedeni oluşturmaz. İslam dünyasının dünya medeniyetine en son armağanı El Kaide ya da intihar bombacısı geleneği olmamalıdır. Türkiye'nin dünyaya sunduğu model, hangi meşruiyet zemininde yükselirse yükselsin şiddeti mutlak suretle dışlayan uyum ve tolerans ilkesini ön plana çıkaran ve yeni bir barış dilinin konuşulmasını teşvik eden bir yönde şekillenmelidir. Bu, Türkiye'nin ulusal çıkarlarının bir gereği olduğu kadar doğu ve batı ekseninde birbirine ötekileşmiş bütün toplumların da ihtiyacıdır.
 
(Akşam gazetesinden alınmıştır)