1824 yılında Kral 4. George, hükümeti aralarında Raphael ve Rembrandt’ın da eserlerinin olduğu 38 adet dünya çapında ünlü parçayı almaya zorladı. Eserler muhacir şartlarının zorluğuna göğüs germeye çalışan Rus Banker John Juluis Angerstein’e ait idi. İngiliz Parlementosu kendisine bu 38 parça karşılığında 57 bin İngiliz Parası ödedi. Galeri 10 Mayıs 1824 yılında da halka açıldı, bundan 198 yıl önce…

İngiliz Ulusal Galerisi hiç de Fransız Louvre Müzesi veya Rus Hermitage Müzesi gibi değildir, kraliyet ailesinin zamanla oluşan varlığının temelleri üzerine kurulmamış, sadece yoktan var edilmiştir. İngiliz Kraliyet Kolleksiyonu’ndan bağımsızdır. Bu haliyle Ulusal Galeri çekicidir, tatlıdır, heyecan vericidir ve dünyanın en kıymetli eserlerini bulunduran en kıymetli galerilerindendir. Bir de bedavadır.

Avrupa Rönesansını yaşamayan veya geç yaşayan İngiltere’nin Ulusal Galeri kolleksiyonu Kraliyet kolleksiyonu envanteri üzerine oluşturulmadıysa nasıl oluyor da İtalya’nın Botticelli’si, Caravaggio’su, Titian’ı, Raphael’i, Michelangelo’su; İspanya’nın El Greco’su, Goya’sı, Velazquez’i, Felemenk diyarının Rubens ve Rembrandt’ına ait bu kadar esere sahiptir?
Avrupa ve Rusya’nın kıymetli saray müzelerinde sergilenen eserler gibi değil de nasıldır? Sanırım şu gözlemle başlamak uygun olur;

1598 yılında Londra’yı ziyaret eden bir Alman gezgin ‘Londra’da kültürel değer niteliğinde pek de bir şey yok, Londra Köprüsü üzerinde sallandırılan 30 civarında insan kafasını seyredebilirsiniz ancak…’ diye yazdı.

Çünkü Henrilerin sonuncusu Kral 8. Henry Katolik Kilisesi’nden ayrılmakla kalmadı, 70 yılı aşkın süre Avrupa ile sanat dahil pek çok ilişki yok derecesine indi. Kültürel izolasyon olunca Rönesans Avrupa’yı kasıp kavururken İngiltere sahillerine yaklaşamadı bile. Sanat ve sanatçı kavramları da işçi olarak çalışan zenaatlarlıktan öteye gidemedi. Dışarıdan resim getirmek de yasaktı.
Allah’tan Tudor Hanedanı ile bu durum sona erdi ve 1620’li yıllarda başka bir Londra seferine çıkan Avrupalı dünyanın en iyi tablolarının Londra’da olduğunu kaydedebildi.

Yani öncelikle birkaç tane sanat hamisi estetik kaygısıyla aristokrat kökenlerinin getirdiği servetin izniyle ‘The Grand Tour’ denilen Avrupa seferine çıktılar ve İtalyan Rönesansına ait eserleri azimle, teker teker satın alarak ülkeye taşıdılar. Elbette İngiliz iç savaşı ve İtalya’nın savaş halinde olması zaman zaman kesintiye sebebiyet verdi ama zamanla sanat aşkı ve estetik zevklerle daha çok kişi bu faaliyete soyundu. Sanat eseri toplayıcılarının hamiliğini krallar yapınca külliyatlı şahsi koleksiyonlar oluştu. Earl Arundel, Earl Burlington gibi sanat zevki sahipleri…

Demokratik temayüllerin de gelişmesiyle sanatın bir elin parmaklarını geçmeyen kişilerin tekelinde olmaması, daha geniş kitlelere yayılması gerektiği düşünüldü. Güzel olan şey ise bu yayılmanın olması gerektiğini düşünenler o elin parmaklarını oluşturan, nadide eserleri ellerinde ve kırsal saraylarında bulunduran toprak sahibi zengin aristokratlardı.

Sanayi Devrimi neticesinde zenginleşen yeni sınıf, bankerler ve fabrikatörler de sanat eseri ve sanatçı hamisi olmaya soyundu ve sanat zevki geliştirdiler elbette.

Böylece oluştu Rönesans sanatı temelleri üzerine ve bugüne kadar geldi.
Bugün içeriye Sainsbury Kanadı’ndan girseniz de ana bina, klasik yapı kubbesiyle Trafalgar Meydanı’na hakim binadır.

Sainsbury Kanadı da bir o kadar enteresandır tabi.
Sainsbury bağışıyla planlanan genişleme çalışması her türlü sanatsal faaliyetin hamisi Prens Charles tarafından ‘narin ve sevilen bir güzelliğin yanına yüzünde kocaman bir çıban olan bir azman yerleştirmek’ olarak tanımlayınca proje tabi reddedildi. Onun yerine Amerikalı karı kocanın hem Ulusal Galeri’nin tarihi kıymet ve dokusunu ve hem de Nelson Anıtı’nın kıymetine zarar vermeden ve onları gölgede bırakmadan yumuşakça bir ekleme yapılması fikri ve planı kabul gördü. Britanya’daki postmodern mimarinin ilk akla gelen örneklerinden oldu. Temel atma töreninde de Prens hazretleri küreği ilk eline alan oldu.

Londra’nın büyüleyici karışımında şimdilerde devam eden Raphael Sergisi aşkına Ulusal Galeri’ye de yer ayırınız!

Müzeye giren ilk eserin ‘Lazarus’un Dirilmesi’ Sahnesi ile Piombo’ya ait olduğunu hatırlayarak…Hani Göreme Kaya Kiliselerindeki tasvirlerden tanıdığımız Lazarus…