40 sanıklı davanın yaş ortalaması 40 civarı. Öyle bir terör örgütü ki bu üyelerinin 3’te biri 40, 4’te biri 50 yaşın üstünde. 

Ama savcıya göre karşımızdaki potansiyel Türkiye El Kaidesi. El Kaide’yle somut bir ilişkisi tespit edilemese de, şimdilik hiçbir eylemi olmasa da.
İddianameye göre şimdilik suçları Hurufi hesaplarla 2012 yılında gelecek Mehdi’ye hazırlık yapmak, “manevi olarak” El Kaide’yi desteklemek.
“Terör gayri-iradi olarak da meydana gelebilir” diyen bir savcı için çok da tuhaf değil bu. Her şey belki hukuka değil ama Minority Report filmine uygun…
İddianamedeki deliller için bilirkişi raporu hazırlayan Prof. Dr. Adem Sözüer ve Doç. Dr. Mahmut Koca’nın raporundan okuyalım:

“Sonuç olarak, soruşturma aşamasında sanıkların iletişim araçları uzun süre denetlenmiş olmasına (yaklaşık 7 ay kadar) ve yine kamuya açık faaliyetleri ile iş yerleri teknik takibe alınmış olmasına rağmen, esas itibarıyla siyasi-dini içerikli söylemlerden ibaret konuşmalar tespit edilmiştir. Bu konuşmalar ise bir terör örgütünün varlığına işaret eden, örneğin suç işlemek amacıyla  silah veya eleman temini, aynı amaçla finans sağlama ile fonksiyonel hiyerarşik yapı oluşturma gibi unsurların gerçekleştiğini gösterir bir bulgu içermemektedir
Sanıkların dini ve siyasi söylemlerinin tehlikeli olduğu ve gelecekte bir terör örgütü olabilecekleri tahminine dayalı olarak kişilerin yargılanması ifade ve örgütlenme özgürlüğünün ihlali anlamına gelir.”
Peki, hangi somut delillere dayanarak 50 yaşındaki çoğu esnaf ve imamlık yapan bu Risale-i Nur cemaatinden bir potansiyel El Kaide örgütü çıkarmış polis ve savcı?
Örgüt olduklarına kanıt ne? Mesela bu tape:
“Bahri: Alo
Mehmet: Alo
Bahri: Efendim buyrun.
Mehmet.: Selamün aleyküm Bahri Bey.
Bahri: Aleyküm selam başım gözüm üstüne.
Mehmet: İmam Mehmet sen tanıdın mı hoca abi hoca abi, İmam Mehmet.
Bahri: İmam ben senin kölen olurum emret.
Mehmet: Sen neredesin acaba uzak mısın yakın mısın?
Bahri. Ben postanenin ordayım kölesi olduğum…”
Polis bu telefon konuşmasını okuyup 66 yaşındaki İmam Mehmet Doğan’a sormuş: “Konuşma içeriğinden adı geçen kişinin bir örgüt hiyerarşisi içerisinde sizden aldığı talimatlar doğrultusunda hareket ettiği açık bir şekilde anlaşılmakta olup…”

Örgüt kısmı böyle halledilmiş. Peki terör ve şiddet suçlaması için gerekli silahlar nerde?
22 Ocak 2010 günü 22 ilde 112 kişiye yönelik baskınlarda bu potansiyel El Kaide örgütünden ele geçirilebilen silahlar; İki adet ruhsatlı, bir ruhsatsız tabanca. İki adet tüfek. Ve mermiler.  (7.65’lik ruhsatsız tabanca, uygun olmayan bir şarjör ve 9 mm’lik mermilerle bulunmuş. İki adet ruhsatlı tabanca da tabii suç delilleri arasına girmiş. Boş kovanlarla birlikte)
İddianameye göre cihada hazırlanan bu örgütün en büyük cephaneliği ise İstanbul Bahçelievler’deki bir evden çıktı; 2 adet savunma tipi el bombası, 1 adet taarruz tipi el bombası gövdesi, 1 adet renkli sis kutusu, kablolar ve fişekler…

Evin hikayesi ilginç. Ev davanın sanıklarından Turgut Yıldırım’ın (46) 7 yıl önce ölen abisine ait. Kimsenin oturmadığı ev, taziye evi olarak ve risale sohbetleri için kullanılıyor. İşin ilginç tarafı evde baskından bir gün önce de taziye ve risale sohbeti varmış. (Hatta gelenlere kolaylık olsun diye evin anahtarı üzerinde bırakılmış. Hatta dinleme kayıtlarına göre Yıldırım, bir gün önce içinde bombalar bulunan evin adresini sohbete gelmek isteyen hiç tanımadığı birine dahi vermiş.)

Eğer iddianameye göre burası “bir örgüt eviyse”, polisin neden tam da “örgüt toplantısının” olduğu bir gün önce bombalarla birlikte örgüte suçüstü yapmamış olduğunu açıklamak zor.
Tuhaflık bu ev baskını için söylenecek en hafif kelime. Polis, evi aramaya gelmiş. Kapıyı kim açmış peki? İddianameye göre evinin dolabında bombalar saklayan Turgut Yıldırım anahtarıyla gelip kapıyı polislere açmış.
Kanuna göre savcının olmadığı durumlarda ihtiyar heyetinde veya komşulardan iki kişinin aramaya tanık olarak katılması gerekiyor. Bu aramada sadece yönetici Nimettin Tosun bulunmuş.

Tam bir bulunmak de değil bu. 9 Mart 2011 tarihli mahkemede Tosun, “sabah beş buçuk civarında  gelen polislerin dairede arama yapacaklarını söylediklerini, kapı kilitli olduğu için Turgut Yıldırım’ı almaya gittiklerini, kendisinin de üzerini değiştirmek için eve gittiğini, döndüğüne kapının açık olduğunu, polisin eve girişini görmediğini, kendisi eve girdiğinde bombaların çekyatın üzerinde dizilmekte olduğunu, bombaların bulunuş anını da görmediğini” anlatmış.
Tosun ifadesinde, arama tutanağında imzası olan diğer isim ev sahibi Turgut Yıldırım’ın bir ara namaz kılmak için gusül abdesti alması gerektiğini söyleyerek polislerden izin alıp banyoya gittiğini anlatıyor.
El Kaide’nin cephanelik olarak kullandığı hücre evine baskın değil sanki ev oturması…
Peki, polisler bombaları ne zaman, nerde ve nasıl bulmuş? Kim görmüş?

Bunu da tam bilemiyoruz. Çünkü aranan eve polis kamerası da bombaların bulunmasından sonra gelmiş. O yüzden 3 bombanın bulunuş anının görüntüsü yok.
Aramayı yapan polislerin ifadeleri de birbirini tutmuyor. Polis memuru Cemal Arslan tanık olarak dinlendiği mahkemede 3 adet bombanın aramanın başlamasından 1-2 saat sonra bulunduğunu söylemiş. Diğer polis memuru Kadir Gümüş’e göre ise bombalar aramanın başlamasından 15-20 dakika sonra bulundu.

Daha da ilginci polis memurlarından Cemal Arslan “bombaları ben ve Serkan adlı polis arkadaşım bulup, evin içinde yan yana dizdik” derken, diğer polis memuru Kadir Gümüş ise bombaların bulunduğu poşeti ellemeyip, müsait bir yere koyarak, teknik ekibe haber verdiklerini anlatmış.
İşin en sıcak kısmına geldik.

Peki bu bombalar bu eve nasıl geldi. 7 aylık fiziki takip ve dinleme kayıtlarında bu bombaların bu eve gelişiyle ilgili hiçbir veri ortada yok. Turgut Yıldırım’ın bu bombaları buraya getirdiğiyle ilgili de. Daha da tuhafı bulunan bomba ve mühimmatın üzerinde davada yargılanan 50 sandığın ve ev sahibi Turgut Yıldırım’ın parmak izi çıkmadı. Turgut Yıldırım’ın evde parmak izinin çıktığı tek delil Kenzul-İrfan adlı kitap. Ayrıca evden ele geçirilen eşyalarla davadaki diğer hiçbir sanık arasında biyolojik ve moleküler eşleşme de sağlanamadı.
Esas skandal ise davanın özü olan bu üç bombanın üzerinde aramayı yapan üç polisin parmak izlerinin çıkmış olması.
Tam bu noktada sözü savunmaya verelim. Mesela Nazlı Ilıcak’a. Her zamanki polisiye meselelerdeki uzmanlığını konuşturduğu seri tweetlerinde şöyle demiş:
“Gerçek diye yutturulan bir yalan da Tahşiyecilere yönelik operasyonda bomba üzerine polisin parmak izinin bulunduğu iddiası. Aramada polis bir poşet görüyor. Poşetin içinde bomba var. Olay yeri inceleme ekibi çağrılıyor. Polis ve amiri poşeti tuttuklarını beyan ederek, ilk gün parmak izlerini aldırıyorlar ki farklı bir parmak izi de var mı anlaşılsın. Eldiven delikti iddiası gerçeği yansıtmıyor. Poliste eldiven yok ki delik olsun. Zaten tertip yapılsa eldiven takmazlar mı?”

Bombalarda polisin parmak izi olduğu yalan değil, raporla sabit bir gerçek. Bombanın nasıl ve kim tarafından bulunduğu hakkında polislerin ifadelerindeki çelişkileri de zaten yukarıda anlatmıştık. Parmak izi olanlar arasında amir yok. Öyle bir talep de yok. Geriye kaldı eldiven. Onu da direk mahkemedeki polis ifadelerinden okuyalım:
“Polis memuru Kadir Gümüş: … arama sırasında benim elimde eldiven vardı, diğer arkadaşlarda da vardı… (“Bombalar üzerinde parmak izinizi nasıl açıklarsınız sorusu” üzerine): Ben aramayı eldivenle yaptım ama arama ancak arama sırasında eldiven yırtılmış olabilir, tam olarak hatırlamıyorum.

Polis memuru Cemal Aslan: … aramada eldiven kullandım, ancak aramalar sırasında kullandığımız ameliyat eldiveni bir süre sonra yıpranmaktadır, bu yüzden bir süre sonra çıkarmış olabilirim.”
Peki kim haklı? “Poliste eldiven yok ki delik olsun” diyen Nazlı Hanım mı yoksa bizzat kendi ağızlarından “eldiven taktık ama yırtılmış olabilir” diyen polisler mi? Söz konusu olan Nazlı Hanım olunca karar vermek zor.
Diyelim ki polisler yanlış, o sırada olay yerinde olmasa da Nazlı Hanım doğru hatırlıyor. Bombalar sahih olsa da bombaların ne için kullanıldığını ya da kullanılacağı, nasıl ve nerden ele geçirildiğiyle ilgili hiçbir somut delil olmadığı gibi, bombaların bulunduğu evin sahibi Turgut Yıldırım’la örgütün lideri olduğu söylenen Mehmet Doğan arasında (yani örgüt arasında) da ne fiziki, ne de bir iletişim bağlantısı kurulamamış. Yani ikisinin birbirini tanıdığı dahi hukuken ispatlanmamış. (Zaten ikisi tanışmadıklarını iddia ediyor) Yıldırım’la davadaki sadece düşük profilli iki sanık arasında iletişim tespit edilmiş. Bu da günlük konuşmalardan ibaret bir iletişim.
Yani operasyonda terör örgütüne en ciddi delil olarak gösterilen üç bombanın evin sahibi Turgut Yıldırım’la, Turgut Yıldırım’ın da örgütle ilgisi hukuken ispat edilememiş.
Bombalar da hukuken patladığına göre geriye elde ne kaldı; fikirler, kitaplar ve konuşmalar.

Grubun klasik Nur çizgisinden daha radikal ve Ortodoksi bir çizgide durduğu biliniyor. Cihad üzerine kitaplar yazan 70 yaşındaki Mehmet Doğan’ın cihad tarifi bir hadis sohbetinde ettiği şu cümlelerle özetlenebilir: “Sana ben hükmü söylüyorum. Zahiri cihadın önü açıktır. Çeçenistan’a git, Afganistan’a git, Pakistan’a git, bizatihi cihadın yapıldığı yerlere gidebilirsin, buraya gitmek şarttır. Peki gitmeden mesuliyetten nasıl kurtulursun ancak manevi cihadı yapmakla kurtulursun. Bu nasıl olur, Kur'anla, sünnetle, hadisle milletin inancını, itikadını düzeltmekle olur.”

Özellikle de iki klip üzerinden. 22 Ocak’taki gözaltılardan hemen sonra CNN Türk’e sızdırılan video kasette Doğan’ın sözlerinin nasıl kötü niyetli olarak kesildiğini http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/yildiray-ogur/583858.aspx yazmıştım. Aynı anda Habertürk’e sızdırılan diğer kaseti de Yiğit Bulut Cübbeli Ahmet Hoca’yla programı öncesi kullanmış. Tam ve kesintisiz metni. Diğer klipteki kötü niyetli montajdan bir fikrimizi var. Doğan sohbette;
“Afganistan’da bir ordu teşekkül eder. Bu ordu sizi çağırdığı zaman siz velev karın üstünde emekleyerek olsa da o harbe katılın” diyor. Sonra bi yerde kalabalıktan biri “Usame’nin çağırması var, Müslümanlara farzdır” diyor. İddianameye Doğan’ın cümlesi aleyhine girmişken, anoNİM SESİN Usameli cümlesi girmemiş. Doğan’ın cümlesinin Peygamber’in cihadi grupların referans yaptığı bir hadisi olduğunu savcı tam bilmiyor. Doğan hadisin orijinalindeki Horasan’ı, yine Horasan bölgesinde olan Afganistan yapmış.

Diyelim cihad çağrısı da yapmış. Yapmış da ne olmuş? Sonuç ne? Operasyon olunca medyaya geçilen 100’lerce insanı Afganistan’a cihada gönderdi gibi iddiaların hiçbirinden iddianamede bahis bile yok. Sadece sözler, sözler…
Bu iki klibin dosyaya girişi hikayesi de tuhaf. Soruşturmayı başlatan isimsiz, tarihsiz ihbar mektubuyla gelmiş iki cd olarak. Soruşturma ilk dinleme kararı 06.05.2009. İhbar mektubunun dosyaya giriş tarihi ise Eylül 2009. Yani ihbar mektubunu soruşturma dosyasına eklemeyi unutmuşlar sanki. Savcı da kayıtları CNN Türk ve Habertürk linklerinden izlemiş ve orijinal kayıtlara bakmaksızın iddianamesine eklemiş.
Hâlâ Tahşiyeciler eşittir El Kaide diyenlere, 4 yıl önce El Kaide değil diyen Wikileaks belgesi, olmadı, Daily Sabah’ın Washington temsilcisi Ragıp Soylu’ya aynı şeyi tekrarlayan ABD Dışişleri kaynaklarına kulak vermeleri tavsiye edilir. Onlardan bile daha fazla uçan kuşa El Kaide diyenler için ise yapacak pek bir şey yok.

Zaten polisin ilk fezlekesi El Kaide’ye bağlanamazsa ihtimali düşünülerek hazırlanmış. Fezlekede polis ne olur ne olmaz diyerek Tahşiyecilerin Ergenekon’la hatta PKK ile bağlantısını kurmuş. Kanıt, Azerbaycan’daki bir cemaat mensubunun Ergenekon İddianamesi’nde adı geçen Tenzile Rüstemhanlı’yla irtibatlı biriyle irtibatı. Neyse ki savcı bu Ergenekon dağı kadar uzak bağlantıları iddianamesine koymamış.
(Bir de polisin özel hayatlarla ilgili kayıtlarını, gazetelere bilgi notu olarak geçtiği eşcinsel ilişkiler, kadın ticareti gibi terör soruşturmasının olmazsa olmazı olan belaltı vuruşları. Ama ilginç bir şekilde bu malzemeyi imha da ettirmemiş. Bir gün lazım olur diyerek herhalde.)

Savcının bile kıymet vermediği Ergenekon bağlantısı iddiasını cemaat gazetecileri ise bugünlerde yeniden dolaşıma sokmakta beis görmediler.
Tahşiye örgütünden Fethullah Gülen’den önce bahsedildiğini ispatlama timlerine dönen o gazetecilerin fırlattığı amatör çalışmalardan birine bakalım:
“Taraf’ın Lahika haberine bakın. Lahika kapsamında Genelkurmay İstihbarat bu örgütle ilgilenmiş.”
Baktık. Hatta bunu yazan arkadaşın kitabındaki Lahika belgelerine de baktık. Tahşiye diye bir şey göremedik. Kendisini gördüyse yazar herhalde. Belki gazetesine vermediği, kitabına koymadığı, herkeslerden sakladığı o belgeyi sadece Fethullah Gülen’e göstermiştir, kim bilir.

Daha bitmedi. Biraz belaltı ama olsun katlanacağız: “Yıldo Neriman-Ali Özoğlu’yla ilgili Taraf’ta yazdıklarına bakarsa olayı çözer de gerçekleri yazmak için yüzü tutar mı onu bilemem.”
Baktım. Ergenekon’un aklı Pensilvanya’da kalmış savcılarının peşinden gitmeye gerek duymadıkları o derin yapılanmanın izlerini yeniden gördüm. Ama olayı çözemedim. Tahşiyeyle hiçbir alakası yok çünkü. O yüzden yüzüm hale tuttuğu için yazmaya devam ediyorum .

Ve en sevdiğim: Biri Yıldo’ya şunu söylesin. Tahşiye Neriman Aydın-Ali Özoğlu tapesinde geçiyor. Anladığım Genelkumay-Dursun o dönem bu gruba sızmış.”
Oğlu Harun’u kurban edecekken gökten deve inen Musa(!) hikâyesi gibi. En azından Nazlı Ilıcak kendisine söylenenleri kavrıyor ve malzemeyi kullanabiliyor. Bunu bile beceremeyen var.
Ergenekon ek iddianamelerini açıp emin olmak için yeniden Aydın-Özoğlu tapelerini okudum. 13 tapeden hiçbirinde Tahşiye geçmiyor. (Varsa herhalde yazar) Ama biri arkadaşa söylesin; O Tahşiye değil Hizbul Tahrir. Sızan da Dursun değil Mehmet Ali Çelebi. Olay bir sızma da değil ayrıca ama motoru bir günde bu kadar fazla zorlamamak lazım.
“Tahşiye Örgütü’nden ilk bahseden Fethullah Gülen değil” karşı kampanyasının daha sağlam argümanlar da var. Zaman’ın haberinden okuyalım:
“Dosyaya göre; Tahşiye yapılanmasını ilk olarak Milli İstihbarat Teşkilatı 2004 yılı öncesinde takibe almış. Emniyet İstihbarat polisi ise 2008'in ilk aylarında MİT'ten aldığı bilgi üzerine çalışmalar yapmış. Yani takip ve soruşturma çalışmalar Fethullah Gülen'in sohbetinden yıllar önce başlamış.”

Dosya denilen devam eden son dosya. MİT’in 2004 yılı öncesinde Tahşiye grubunu takibe alması biraz zor. Çünkü Tahşiye yayınları 2004’te kuruluyor. Ama irticayla mücadele için o yıllarda yan yan gelen beş Müslüman hakkında rapor yazan MİT’in koskoca bir Risale-i nur grubu hakkında raporu olmayacağını düşünmek naiflik olur.

Peki nerede bu rapor/raporlar, tam tarihi ne. Haberden okuyalım yine: “Tahşiyeciler grubunun yapısını ve hedeflerini anlatan rapor emniyet ve jandarma arşivlerinde mevcut. Ancak soruşturma savcısı medya operasyonunu başlatmadan önce bu raporu ilgili kurumlardan istemedi.”

Hadi o ‘kumpascı’ olduğu için istemedi. Peki ya 2010’daki El Kaide operasyonunu yapan savcı niye o zayıf iddianameyi de güçlendirecek bu raporları iddianamesine koymadı? Neden polis fezlekesinde, ilk dinleme kararlarında o MİT raporlarına Emniyet atıf yapmadı?

Habere göre MİT’ten aldığı bilgi üzerine 03-12-2008 tarihinde Tahşiye raporunu yazmış olan Ali Fuat Yılmazer’in gizli bilgi notunda da MİT’e tek atıf yok. Ayrıca MİT belgesi gibi, Yılmazer’in o istihbarat notu da hiçbir dosyada, iddianamede yok. Yani ne MİT’in, ne Emniyet’in dosyaya girmiş, hukuki anlamı olan bir Tahşiye raporu yok.

Peki ne yapılmış oluyor bu savunmalarla? Galiba istenenin tam tersi. Bir; Cemaat emniyet ve jandarma arşivlerine hakimiyetini yeniden bize hatırlatılmış oluyor. İki; Fethullah Gülen’in MİT ve Emniyet’in medyaya yansımamış gizli raporlarından haberdar olduğunu da öğrenmiş oluyoruz. Daha fazlası değil.
Daha fazlasını yapmaya çalışıp, mantığı zorlayanlar da olmuyor değil.

Hele 2010’da El Kaide operasyonu talimatını hiyerarşik silsile gereği polislerin amiri olan İstanbul Valisi Muammer Güler’e ve dönemin Emniyet Müdürü Oğuz Kaan Köksal’a sonra onu da 2011’de milletvekili olduğu AKP'ye bağlamak sahiden şaka olmalı. O halde cemaat gurur duyduğu Ergenekon, Balyoz, KCK operasyonlarının şanını da önlerine getirilen dosyalara, delillere bakıp bürokratik ve prosedürel son karar mercileri olan mülki erkana bağlasın. Mesela İrancı dedikleri dönemin İçişleri Bakanı Atalay’a.

Bu türün şaheseri ise dün Zaman Gazetesi’nde çıkan “Tahşiye operasyonunu hükümet yaptı; Erdoğan, ABD'ye ‘El Kaide' diye pazarladı” başlıklı haberdi.
http://www.zaman.com.tr/gundem_tahsiye-operasyonunu-hukumet-yapti-erdogan-abdye-el-kaide-diye-pazarladi_2264982.html
Haberde Tahşiye Operasyonu 6 Nisan 2009’da Obama’nın Türkiye ziyareti ve 9 Aralık 2009’da Erdoğan’ın ABD ziyaretinde edilmiş El Kaide’ye karşı ortak mücadele manasındaki genel geçer sözlere bağlanmış. İddia büyük “Geçmiş belge ve konuşmalar bu operasyonu ‘Erdoğan hükümetinin ABD'ye karşı pazarlık malzemesi' olarak kullandığını gösteriyor.”

Dört yıl sonra El Kaide’ye destek verdiği iddia edileceği gazetenin sayfalarında, El Kaide’yle mücadele için operasyon yapan Erdoğan’ı görünce insan tuhaf oluyor tabii. Yasin el Kadı engellememiş demek bu operasyonu.
Bu iddiaya gösterilen deliller şöyle: “Wikileaks belgelerinden ise Erdoğan hükümetinin operasyonu ABD'ye pazarlamak için yakalananların hedefinde ABD çıkarları olduğunu söylediği anlaşılıyor. 27 Ocak 2010 tarihli Wikileaks belgelerinde James Jeffrey imzasını taşıyan raporda, ‘22 Ocak'ta yapılan El-Kaide operasyonunda alınanların direkt olarak Amerika'yı hedeflemediği' notu yer alıyordu.”
Wikileaks’de Erdoğan’ın yakalananların hedefinde ABD çıkarları olduğunu söylediği cümle nerde geçiyor, hiçbir atıf yok. Sonundaki “Anlaşılıyor” ‘uyduruyorum’un kitabına uydurulmuşu gibi sanki. Bahsedilen 27 Ocak 2010’daki Büyükelçi James Jeffrey’nin telgrafı ise açıkça çarptırılmış. Tam tersine telgrafta “Türk Polisi ve diğer güvenlik teşkilatları ile yaptığımız irtibatlardan edindiğimiz kanaat, tutuklanan kişilerin El Kaide ile irtibatlarının bulunduğuna inanılmadığı yönünde… Şüphelilerin çoğunun suçlarının ispat edilmesi zor olduğunu anlıyoruz” ifadeleri geçiyor.

Yani Erdoğan bu operasyonu kullanmak istese de ABD birinci haftasında Emniyet tarafından bu yakalananların El Kaide’yle bağlantısı olmadığı konusunda bilgilendirilmişti zaten. Bu da çöktü galiba.
Tahşiyecilerin tahliyelerinden yıllar sonra şikayetçi oldukları, operasyonun tamamen hükümetin teşvikiyle hazırlanmış bir kumpas olduğu iddialarını yalanlayan ise 2011 Mart’ında polisler ve savcılardan ilk şikayeti yapan Mehmet Nuri Turan soruşturma dosyasındaki dilekçesi. Soruşturmayı Başbakan’ın da avukatlığını yapan Mustafa Doğan İnal’ın yönlendirdiği iddiası da temelsiz. Çünkü İnal 2010’dan beri davadaki pek çok sanığın avukatı.
Yani özetle Amerikalılara dört yıl önce, operasyonun haftasında gerçeği söyleyen polis, gazeteci ekürileriyle birlikte dört yıl sonra bunca bilgi ve belgeye rağmen hâlâ yalan söylemeye devam ediyor. En başta da iç kamuoylarına, yani cemaate, şakirtlere…

Yalanların motivasyonu Fethullah Gülen’i soruşturmadan kurtarmak.

Halbuki yapılacak olan yalanlar uydurmak, belgelerle gerçeği bulandırmak değil, en ufak bir blogda çıkmış haberlere bile tekzip gönderen, açıklama yapan Fethullah Gülen’in durup dururken Tahşiye örgütünden neden bahsettiğini, neden kendisine sorularak hazırlanan Tek Türkiye dizisi Karanlık Kurul’da bu konunun iki kez işlenmesinden günler sonra polisin soruşturma başlattığını dürüst bir şekilde anlatması.
İkincil rolleri olan gazetecileri ithamlardan kurtaracak olan da bu açıklama olabilir.

Ama Fethullah Gülen hırslarıyla, istihbarat merakıyla, meşru gördüğü gayri-meşru yöntemleriyle, hususi hizmetler adı altında kriminalize ettiği insanlara, şakirtlerine bu kadarlık bir gerçeği bile herhalde çok görmeye devam edecek.
Bu sadece gazetecilerin susturulması, polislerin tutuklanması hikayesi değil, Anadolu’dan zorluklarla çıkmış parlak bir dindar gençlik kuşağının iktidar tutkusuna heder edilmesinin de hikâyesi.
Yani sana yalan söylüyorlar şakirt.

Bu yazıyı bana MİT yazdırmadı hatta düşünmeye cesaret edersen sen de yazabilirdin…

(Türkiye'den)