Sevgili okurlar, yaklaşık bir ay önce Londra’da izlediğim bir filmin etkisini ve düşündürdükleri  hakkında yazmak istedim sizlere.

Söyleşilerimizde, yazılarımızda her zaman her an en önemli duygunun ‘sevgi’ olduğunu bize çok çarpıcı bir şekilde anlatan bir film.
Filmin konusunu sizlerle paylaşmadan önce, izlemesi gerçekten yürek isteyen bir film olduğunu belirtmek istiyorum. Çekim tarzından dolayı kahramanların iç dünyalarını ve yaşadıklarını harika bir şekilde anlattığını mutlaka eklemem lazım.  Hatta özellikle anneler ve anne adayları içinde duygu yüklü ama aynı zamanda müthiş mesajlar veren bir film.

Film, bir anne adayı olan genç bir kadının görüntüleri ile başlıyor. Genç kadın, mutluluk ve aşkla evlenir ancak hareketli kişiliği ile yaşamın içinde var olmak ister. Hazır olmadan anne olduğunu öğrenen genç kadın, hamileliği ve bebeğin doğumu ile çok farklı bir ruh haline girer. Özellikle doğum sonrasındaki ilk günler ve aylarda, genç kadının bebeğine asla yakın davranamaması ve kendisini çok kötü hissetmesi çok açık bir şekilde gözler önüne seriliyor. Adeta doğum sonrası depresyonu geçiren genç kadın, zamanını ve tüm enerjisini alan bebeğine karşı kızgınlık ve öfke dolar. Bu olumsuz duygularını bebeğine yansıtır,  örneğin bebeğini kucağına bile alamaz, ağlama seslerine asla dayanamaz.  Zaman içinde bebek büyür ancak annenin olumsuz duyguları ve hatta çocuğuna karşı olan isteksizliği ve sevgisizliği devam eder. Bu noktada enteresan olan ve izleyici çok çarpıcı bir şekilde yansıyan nokta, çocuğun bu sevgisizlik ve istenmeme duygularını tamamen hissetmesi ve sadece annesine karşı düşmanlık duyguları ile dolu olduğunu hissettirmesidir. Büyümekte olan çocuk, aile içinde baba ve kızkardeşine karşı sakin davranırken, sadece annesine karşı korku salan bakışlarla bakar, sadece onu sinirlendirmek için garip davranışlarda bulunur ve sonunda lise hayatına başlar.

Bu zaman zarfında, lise öğrencisi olan kahramanımız, sıra dışı saldırgan davranışlarla dikkati çeker, öncelikle küçük kız kardeşine fiziksel olarak zarar verir ve bu konuda yalan söyler. Daha sonra ise, filmin en dokunaklı ve dehşet verici sonuna doğru ilerler. Son noktada, kahramanımızı, okulun spor salonunda bulunan okul ve sınıf arkadaşlarının katliamını yaparken görürüz! Olanları öğrenen annesinin koşarak olay yerine gelmesi ve daha sonra şok içinde eve gitmesi sonrasında ise, babanın ve kız kardeşin de kahramanımız tarafından öldürüldüğünü görür. Genç, polis arabasında  arkasını dönerek annesine bakar ve adeta yıllardır ondan görmediği sevgi ve ilgiyi yalvarır bir şekilde ister bir şekilde bakışlarına yansıtır.

Filmin son sahnesinde annenin oğlunu hapishanede ziyaret ederkenki  halini görürüz. Ve çok etkileyici bir şekilde anne oğluna sarılır ve film son bulur.

İşte sevgili okuyucular, bu şekilde bir hikayeyi izledikten sonra neler düşünmemiz gerekli sizce? Elbette ki, biz anne ve babalara ve yetişkinlere çok iş düşüyor öyle değil mi?
‘We need to talk about Kevin’ Lionel Shriver tarafından yazılmış bir roman aslında ve filmin uyarlaması da geçtiğimiz sene yapılmış beyazperdeye.

Psikolojik olarak izlediğimizde, kahramanımız Kevin empati yeteneğinden tamamen yoksun olduğunu görmekteyiz. Kevin, adeta bir ‘psikopat’ kimliğini yansıtmaktadır. Ancak bu filmde ‘psikopat’ kimliğinde görülen ‘empati kuramama’ yeteneğinin sadece genetik olmadığı aynı zamanda annesinin sevgisizliğinden de kaynaklandığı özellikle yansıtılımakta. Dolayısı ise, bilimsel açıklamaların ‘antisosyal kişilik bozukluğu’ ifade ederken hem genetik özellikleri hem de çevresel faktörleri dikkate aldığını söylemekte fayda var.
Bu konuda yukarıda aktardığım tüm duygusal noktaların dışında gelin biraz daha ‘ antisosyal kişilik bozukluğu’nun açıklamalarına bakalım. Psikopat derecesine gelmiş bu kişilerin beyinlerinde empati kurabilme yeteneğinin oldukça düşük hatta hiç olmadığını biliyoruz. Bu anlamda, empati, kişinin kendisini başkasının yerine koyabilmesidir ve iki farklı boyutta karşımıza çıkar. Birincisi, bilişsel empati diğeri ise, duygusal empatidir.

İşte filmde izlediğimiz çocuk ve daha sonra genç haline gelen kahraman Kevin’in duygusal empati yeteneği hiç yokken, bilişsel empati yeteneği,( yani karşısındaki kişinin düşüncelerini çok iyi anlayabilmesi ve kendi manipulasyonları ile istediği noktaya gelebilmesi) fazlasıyla gelişmiştir.

Filmi izlediğimizde karşımıza pek çok farklı nokta daha çıkmakta ancak bu noktada sizlerle özellikle önemle vurgulamak istediğim nokta, anne baba olarak bizlerin oldukça hassas ve dikkatli davranmamız gerektiği. Koşulsuz sevgi, koşulsuzca kabul çocuklarımızın en çok ihtiyacı olan duygusal ihtiyaçlarıdır. Elimizden gelen en kuvvetli ilacın sadece ve sadece’ sevgi’ olduğunu bilmek, çocuklarımızı her zaman desteklemek, yüreklendirmek, sevgi, şefkat ve merhamet ile sarmak ancak onların kendi kişiliklerine de saygı duyarak koşulsuzca kabul etmek onları!

Haydi yeni bir yıla girerken sadece ve sadece kalbimizden geçen sevgi ve şefkate odaklanalım! Tüm aile ve sevdiklerimize de bunu yansıtalım ve yansıyalım ışıkla!