Bir bilsen nasıl özlerim, yanımdayken doyamadığım, yüzüne bakmaya bile kıyamadığım… Başımı kaldırıp aya baktığım, güneşi ayı oldurana seni sorduğum… Bir bilsen nasıl özlerim… Gitmiş değilsin, değilim…Gözünün yeşili gibi dünyam. O ki başka gülüyor her uyanışıma, özlemle yanarken sabır taşım bak neredeyim!… Köydeyim.

Bir gürültü var; sokak gürültüsü! Evin önündeki sedire uzandığım yerden gittikçe yükselen sese, pür dikkat odaklanıyorum. Ayağa kalkıp sesin geldiği yöne bakıyorum. “Fatmaaaaa gızzzzz, Fatmaaaaa…. Mektepli Fatmaaaa… Fatma ablaaaaa…” Komşuların kızları ise pencerelerini açmış, tünedikleri yerden çıkan kuşlar gibi, sesin geldiği yöne bakıyorlar. Adım söylendiği için olsa gerek, beş çift gözün üzerimde olduğunu hissediyorum… Meraklı bakışlarsa üzerime ağırlığını bastırıyor. Görücüde gibiyim… Oysa köyümüz insanlarının bilgi düşkünlüğü başka bir güzel…. Tebessüm ediyorum yarı burkulmuş yüreğimle bu düşkünlüğe! Belki dedikoduya malzeme, belki de eğitime bir destek…Duyduklarının nasıl anlaşılması veya anlatılması görene göre değişen, hatta çoğu zaman farklılaşan içerik ve sonuç getiren davranış şekli. Yeterki dallanıp budaklandırmasınlar. Sonuçta kendilerini ilgilendirmeyen mevzular. Köy aynı, insanlar aynı, eski hamam eski tas misali. Yine gönlü kara olmayayım. Ben de o Anadolu’nun insanıyım demeye kalmadan, kelle götürür gibi geldi Zeliha. O sesin sahibi Zeliha’ydı. Ortalık aniden süt liman oldu sanki. Burnundan soluyan Zeliha’ya “Ömrüne bereket Zeliha, gel otur. Ne oldu?” dedim. Sonra yavaşça ikimizde sedirin üzerine oturduk.

Bizim ev, iki göz odadan oluşuyordu. Duvarları kerpiçten örülmüş ve üzeri toprak sıvalıydı. Sağında incir ağacı, solunda vişne ağacı vardı. Evin arkası da dahil olmak üzere iki yanı bostandı. Annem sebze ekerdi. Yazın da mutfak masrafımız azalırdı. Tarlalardan alınan buğdayın satışıyla kışlık yakacağımızı alır, buğdayın birazından da unumuzu bulgurumuzu ve yarmamızı yapardık. Okul zamanı şehre geçerdik. Komşularla ortak noktamız ise evimizin önündeki ortak alandı. Evler kare şeklindeki avlunun etrafına yapılmıştı. Avlu dediğim yer ise bayağı büyüktü, düğün yapılacak olsa kazan kaynardı, çok büyüktü çok. Hem o yüzden Zeliha ile ben de kolayca izleniyorduk o pencerelerden…

İçim kıpır kıpır oldu sanki, “Anlat Zeliha” dedim. Alnından terler akıyordu. Nefes nefese kalmış, oturduğu yerden bana gülerek “Ablam anlat bana, beni anlat” diyordu. Şaşkınlık içinde,

-Seni sana anlatmak, nasıl yani? dedim.

-Abla, anlat. Zeliha’yı anlat, dedi.

Zeliha’nın gözleri hafif yağmurda ıslanmış gibiydi. Yerinde duramıyordu. Ellerimden tutmuş, şefkatle bekliyordu beni. Bana sarılıp, iki yanağıma öpücük kondurdu. Bir an nefes alamayacak gibi oldum, gücünün farkında değildi sanırım ne de ben. Allah, yâ Allah! O nasıl sarılmaydı…soluma dönüp çaktırmadan derin bir nefes aldım. Sağımda oturuyordu Zeliha. Bana bakıp,

-Abla, beni anlatırken saçlarımı okşar mısın? dedi.

-Okşarım Zeliha’cığım okşarım, dedim.

Saçlarını okşarken Zeliha gözlerini kapadı. Sanki uçuyormuş gibiydi, gülümsüyordu ara ara. Tebessümü bile mutluluk saçıyordu adeta. Uyur sandım bir an, sonra kızaran gözlerimin dolup taşmaması için panik oldum. Gözüme bir şey kaçmış gibi yaptım. Başladım anlatmaya. Ne kadar güzel olduğunu anlattım. Köyün bütün çocuklarının ablası olduğunu anlattım. Onlarla papatya toplayıp saçlarına taç yaptığını, el arabasını alıp çocuklarla sokakları temizlediklerini… Pankart yazıp, 23 Nisan’ı kutladıklarını, sokakta asker gibi yürüyüp andımızı okuduklarını anlattım. Sonra çocukların Zeliha’yı gelin ettiklerini, makyaj yaparken sadece kırmızı ruj sürdürdüğünü anlattım. Duasız gelin olmaz deyip dua ettirdiğini. Çocukların her seferinde damatın yerine birini bulamadıklarını, inatla Yusuf’unun geleceğine ısrar ettiğini söyledim. Birden gözleri açıldı. Mektepli ablam,

-Yusuf’u daha ne kadar bekleyeceğim, söylesene!

-Gök ne zaman kızıl olacak?

-Oğlaklarım ne zaman üçüz doğuracak? İşte o zaman gelirmiş ablam…

Oysa Zeliha’nın ne bir oğlağı vardı ne de üçüz doğuracak keçisi… sadece geçmeyen 10 Alman markı ve 10 İngiliz sterlini vardı… Onu da naylona sarmış göğsünde taşıyordu. Sonra bir ara beze sardı göğsünü acıtınca… Ama yine aynı yerde sakladı ‘Yusuf’un emaneti’ diye. Gelince verecekmiş, emanete hıyanet edilmezmiş. Hem o ‘bekle demiş’… Bekliyormuş, rüyası da demiş ki “Bekle, Yusuf gelecek.” Gökyüzü ne zaman kızıl olur bilmem ki, Allah bilir! Olur mu sahi? Olsa bile, bu imkânsızın ifade edilmesiydi. Gözlerimden sessizce düşen damlaların ıslatışından hiç ürkmeyen Zeliha, işaret parmaklarıyla gözyaşlarımı siliyordu. Sonra, “Ablam senin de mi Yusuf’un var, yoksa benim Yusuf’uma mı bir şey oldu?“ dedi. Ay bir hıçkırık tuttu beni, o da karıştı sözde ağlamayan benim, ağlamasına… Zeliha yine sarıldı bana ve “Ben senin Yusuf’unu sana getireceğim” diyerek kalktı, koşarak gitti.

Yanımda oturan melek kız şimdi benim derdimdeydi. Gelmesi mümkün olmayan benim Yusuf’umu arıyordu. Soğuk terler bastı, yalnızdım. Uyku modunda gibiydim. Uyandığımda kendimi sedirin üzerinde uzanmış, pencereden bakan komşu kızlarının “kendine geliyor” sözlerini duyarken buldum. Yine beş çift göz üzerimde, ameliyat masasının ışıkları gibi yüzüme parlıyordu. Zeliha diye seslenmişim. Oysa Zeliha sabah muhtarla gitmiş, kıyafet eksiklerini alacakmış. Zeliha’ya yardımda bulunan biri olmuş da… Ben ise derince uyumuşum. Deli gibi uyumuşum, kızlar bir ara korkmuşlar. Tuhaf uyumuşum. Uykusuzluğuma yenik düşmüşüm oysa, bilen yok. Demek ki Zeliha’ya Zelihayı anlatamamıştım. Onun Yusuf’unun bir melek olduğunu belki de hiç gelemeyeceğini söyleyememiştim. Ne kadar sadıktı sevgisine, ne kadar sevmişti bizim Zeliha. Gelir miydi ki acaba? Hem gelse ne yapsın ki Zeliha’yı, O bir başka yerde, tanımazdı belki de. Olur mu olur, tutar Yusuf’a da Yusuf’u sorardı. Zeliha’nın Yusuf’unu… Gelir miydi ki, gelir de dinler miydi ki?
 
Zeliha’ya gelince, bizim köyün saf delisi diye bilinir. Aslında hiç deliliği yok. Çocuk gibi pür bir kalbe sahip. Bu gün Zeliha’nın siyah saçları basenlerinin üzerine düşmüş, kıvırcık büklümleri parıl parıl parlıyordu. Anadolu’nun insanı etsiz butsuz der belki, lakin kilosu her zaman yerindeydi. Hiç göbeği yok, 34 beden gibi, 160cm civarında, beyaz tenli olmasına rağmen bazen kumrala çalıyordu teni nasılsa! Dişleri inci gibi, benden on yaş gençti… Çakır gözleri ise hafiften çekikti. Yay gibi kaşlarını kaldırarak, anlat dercesine bakmıştı bana oysa, ben de anlatmıştım ama ne ara? Olsa olsa ancak kuşluk vakti olabilirdi.

Kızlar bana soğuk kızılcık suyu getirmiş, kendi aralarında “İçsin bir” diye konuşuyorlardı. Ardından su getirdiler ibrikle, elime döktüler. Yüzümü yıkayıp ensemi ıslattım; kendime geldim.
Yine Zeliha bağırarak geldi. Bu sefer üzerinde yeşil bir elbise vardı. Elinde de bir metre uzunluğunda tül.

-Ablam, senin Yusuf’un geliyor, senin Yusuf’un geliyor. Seni gelin edeceğiz, kalk” diyordu.

Büyük utangaçlık içinde yarı tebessümle,

-Haydi gel beni gelin yap Zeliha, dedim.

Beni gelin yaptı; kızlara da söyledim düğün var diye. Akşama kadar avluda düğün yaptık. Zeliha’yı mutlu ettik. Zeliha gitti, muhtar geldi. Önce güldü halimize, sonra teşekkür etti bize. Zeliha’nın Yusuf’u ona yardım gönderirmiş yılda bir kez; Muhtar da eksiklerini giderirmiş. Zeliha bilmez, gelecek diye beklermiş… Vakit geç olunca içeri geçtik. Çay içtik, sonra herkes evine gitti. Teşekkür ettim muhtara, incitmeden Zeliha’ya sahip çıktığı için. Muhtar da,

-Yusuf Zeliha’yı çok sevdi çok. Evlenmek istedi engel oldular. Zeliha köy kızıymış da yaban ellerde bozulurmuş diye istemediler. Ona yüzüğü hısımlarından taktılar. Yıllarca Zeliha’nın eksiğini giderir Yusuf. Söz vermiş geleceğim, seni alacağım diye. Zeliha da yanan yüreğiyle bekler.

Sonra muhtar başını yere eğdi, ayak uçlarına bakarak,

-Kızım, kimin deli kimin Veli olduğunu bir Allah bilir. Bir sır vereyim sana, Yusuf Zeliha’yı görecek, dedi ve müsade istedi çıktı.

İçimde kelebekler uçuştu, sanki benim Yusuf’um du. Nasıl sevindim, nasıl…. Düşündüm de rüya gibi bir gündü. Kim kimi bekliyordu; bekleyen var mıydı sahi? Zeliha mutlu muydu? Yusuf mutlu mu olurdu? Delisi olmadığın şeyin velisi de olunmazdı… Deli mi olmak yoksa Veli mi olmak arzı acet getirirdi? Sahiden Yusuf alacak mıydı Zeliha’yı yoksa görüp geri mi dönecekti? Sözünü tutmuş mu olacaktı? Sözü tutmak mı yoksa ‘sevdasına sahip çıkmak’ mı önemliydi?

Ah ah! Nefesimizin sahibi bile biz değilken, ne haddim var sevene nerdesin demeye? Ne hakkım var, gidip de gelmeyene ‘gel gel’ demeye! Sabır acıdır sonu tatlı da olsa…şükür ise en zorudur, edemezsin bile hayatta olduğunu anlamayınca! Dedim ki:

Derse icazet mekteple
Sen ki deme bekle
Gönül erir günden güne
El verir misin özlemle
 
Derde düşmüş benimle
Sabrederim gizlice
Ne Zeliha’yım delice
Al götür beni sevdinse
 
Sevdamdır seni senden eden
Can çıkar mı bu bedenden
Özlüyorum bir bilsen…
Şükür mü sabır mı dersen!
 

Hülya Kars