Viral pazarlama ve viral reklamlar ağızdan ağıza pazarlamanın yakın dostu. İnternet kullanımının, sosyal medyanın ve online platformların yaygınlaşmasıyla viral yapmayan firma kalmadı. Adı üzerinde virüs gibi yayılan bu reklamlara günde en az bir kaç kez maruz kalıyoruz. Üretilen içerik ortama salınıyor ve önünü alamayacağınız şekilde yayılıyor ki istenen de bu zaten. Bu virüs sadece ağızdan değil, internetten de yayılıyor.
 
Doğru kullanıldığında çok etkili bir yöntem olan viral reklamların bazılarında rahatsız eden bir durum var: Viral reklamların ilginçlikler, komiklikler yapmanın da ötesinde bir iş olduğu, markanız hakkında bir mesaj vermesi gerektiği gibi konular bir yana; bu denli "kurgusal gerçekler" olması. Gerçek olduğunu zannederek bir video izliyorsunuz ve o aslında bir firmanın çalışması olarak karşınıza çıkıyor. Bu çalışmalar da "en başarılı viraller" listelerinde kendilerine yer buluyor. Gerçek zannederek tepki verdiğiniz, güldüğünüz, ağladığınız, şaşırdığınız, paylaştığınız bir videonun aslında bir kurgudan ibaret olduğunu öğrendiğinizde kendinizi aldatılmış hissetmiyor musunuz? Bundan sonra izlediğimiz her videonun aslında bir gizli viral çalışma olup olmadığını anlamak ilk amacımız oluyor. Videoyu izlerken eğlenmenin yanında aklımızın çengeline asılı bir soru duruyor sürekli; “acaba gerçek mi?”. Kendimizi bir av gibi hissetmeye başlıyoruz. Artık amacımız video viral dedektörü olarak çalışmak. Arkadaşınızla paylaştığınız videoyla ilgili şöyle bir cevap alıyorsunuz: “Viral bu, inanma, gerçek değil.” Bu sizde nasıl bir duygu uyandırıyor? Virali farkeden zeki, uyanık; farkedemeyense saf hissediyor kendini. Virali farkettiğimizde bu bir başarı oluyor ki bu da başarısız olanı karşı taraf, yani marka yapıyor. Bazı viraller bu kıstasta bazen öyle başarılı oluyorlar, kendilerini öyle gizliyorlar ki; ortada ne ürün oluyor, ne de marka. Sonra da “bu aslında bizim viralimizdi” diye tekrar bir mesajı yaymaya çalışıyorlar. Aslında çok başarılı bir görsel çalışma sırf bu yüzden önemsenmez hale gelebiliyor, sırrını kaybediyor. Halbuki markasını gösteren çalışmalar daha rahat, daha keyifli izleniyor.
 
Gerçi biz televizyonlarda bize gerçek gibi sunulan kurgu programlara alışığız ve doğru gerçeklerle yaşamaktansa kendi yalan gerçeklerimizle yaşamayı daha çok seviyoruz herhalde. Düzmece programları izliyor, bunların düzmece olduğu söylendiğinde bile inanmak istemiyoruz. Kendi yalan dünyamız bize çok sevimli geliyor.
 
İnsanların gerçek zannettiği tüm kurgular insanları birbirine ve markalara güvenmekten uzaklaştırıyor. Bir gün gördüğümüz gerçeğe de inanamaz hale geliyoruz maalesef. Yolda karşılaştığımız herhangi bir olaya bir televizyon programının veya viralin hedefi olmak korkusuyla ya tepki vermiyor, ya da “izleyicinin beğeneceği”, kendimize ait olmayan yapmacık tepkiler veriyoruz. Samimiyetsizlik değer görmeye başlıyor o zaman.
Yalancı çoban hikayesi gerçekleşmeden önce bu görüntülü mecralar ve tüm hayatlarımızda gerçeklere ve kurgulara karşı daha hassas olmamız gerek sanırım.