Yüksek tavanlı “Daimi Misyon”, Almanca adıyla “Die Standige Vertretung” (a’nın üzeri iki noktalı) lokantasının geniş duvarlarında fotoğrafsız bir santimlik yer yok. Fotoğraflar, savaş sonrası bölünmüş Almanya’nın, kırk küsur yıl sonra, Berlin’in yeniden tek ve birleşik Almanya’nın başkenti oluşuna kadar siyasi tarihini görsel biçimde sergiliyor. Lokantanın sahipleri, kırkbeş yıl Batı Almanya’nın başkenti olmuş olan Bonn’lu. “Daimi Misyon” ise iki Almanya’nın birbirlerinin başkentinde “büyükelçilik” olmayan “temsilcilikleri”nin adı.
Konrad Adenauer’in, Willy Brandt’ın, Helmut Kohl’un, Gerhard Schroeder’in, Kurt Georg Kiesinger’in, Ludwig Erhard’ın, Walter Ulbricht’in, Erich Honecker’in sayısız fotoğrafı ve çerçevelenmiş çeşitli belgeler altında bir Berlin akşam yemeği. Bir elli metre ötemizde Bertolt Brecht’in adıyla ün yapmış olan Berliner Ensemble tiyatrosu. Brecht’in “Üç Kuruşluk Operası” sahneleniyor.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, yemeği erken terkediyor. Gecenin geç saatinde Berlin-Ankara uçağına yetişecek. “Yarın birlikte dönerdik. Kal” diyecek oluyorum, “Yarın sabah 11’de MKYK var. Mecburum gitmeye” diyor.
Ahmet İnsel, ertesi sabahın çok erken saatinde Londra’ya uçacakmış. Berlin, bir önceki dönem Ak Parti Diyarbakır milletvekili Abdurrahman Kurt ile bana kalıyor. Öğle saatlerine yani Abdurrahman Kurt’un havaalanına gidiş saatine kadar “Kürt sorunu” üzerinde konuşmaya, sohbete, görüş alışverişine devam.
Öğle vakti Berlin, tümüyle bana kalıyor. “Kürt sorunu” konuşacağım kimse de kalmıyor. Friedrich Strasse’ye vuruyorum kendimi. Büyük kitapçıya giriyorum. Berlin tarihi okumaya dalıyorum. Özellikle yakın dönem Berlin tarihi. Geçen yüzyılda tüm dünyanın gidişatını, geleceğini Berlin kadar etkileyen başka hiçbir şehir olmadı yeryüzünde. “Üçüncü Reich”ın yani “Nazi İmparatorluğu”nun bazıları yerinde yeller esen merkezlerine gezi turları düzenlenir olmuş. Hitler için Speer’in kurduğu “Reich”ın “Şansölyelik” binası, Hitler’in intihar ettiği bunkerin yeri, Goebbels’in “Propaganda Bakanlığı”, Himmler’in “SS ve Gizli Polis Gestapo” merkezi, Mareşal Göring’in “Hava Bakanlığı” ya da “Luftwaffe Karargahı”.
Kendi başıma, o çevrede bir kez daha dolaşmak için vaktim var. Unter den Linden’e çıkıyorum. Tiergarten’dan gelerek Brandenburg Kapısı’ndan, zafer takının altından geçerek, büyük gösterilerin yapıldığı Berlin’in en tarihi caddesinde Brandenburg Kapısı yönünde yürüyorum. Zaten, Alexanderplatz yönünde yürümek mümkün değil. Yenilenme çalışmalarıyla kazılıyor; bariyerlerle kapatılmış, yürüyecek yer yok.
Brandenburg Kapısı yönünde yürümek “hedef”e de götürüyor. Tam anlı şanlı Adlon otelinin yanından sola dönünce Wilhelmstrasse’desiniz. Bir on dakika sonra Wilhelmplatz’a ve Kaiser Hof’a geldiğinizde, “Üçüncü Reich”ın yüzmilyonlarca insanın kaderini belirleyen kararlarının alındığı mekanlardasınız demektir.
Adlon otelinin hizasında, Unter den Linden üzerinde sık aralıklı “imbiss”ler yani “fast food” büfeleri dizili. Plastik sandalyelerini ve masalarını geniş refüjün üzerine yaymışlar. Sosis yeme-bira içme mahalleri. Kimisinde koca “Döner Kebap” tabelaları göze çarpıyor. Türkiyelilerin, Almanya’ya vurduğu artık silinemez damga...
Unter den Linden’in “imbiss”leri, Adlon otelinin tantanasıyla ilgisiz hatta ters orantılı bir yaşam tercihi ve gelir durumunun göstergesi gibiler. Birkaç yıl önce, gezisine katıldığım dönemin Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın birkaç ülkeyi kapsayan Avrupa turu Berlin’e uğradığında, yanına yaklaşılmaz sandığım Adlon’da kalmıştım. Sonrasında ise, Berlin’e her gidişimde hizasındaki imbisslerden birine yerleşip, Brandenburg Kapısı’nı ve çevredeki insanları seyretmeyi vazgeçilmez bir zevk aldığım, adeta bir ritüel haline getirdim. Bu sefer de öyle yaptım.
Birdenbire aklıma 23 yıl önce Berlin’e ilk kez ayak bastığım günler geldi. Doğu Berlin’e gelmiştim, orada kalıyordum. Unter den Linden, bölünmüş Berlin’de Doğu’da kalmıştı. Brandenburg Kapısı da. Ve, Doğu Berlin orada kalakalıyordu. Duvar, Brandenburg Kapısı’nın hemen önünden geçiyor, bir taş atımlık uzaklıktaki Alman Parlamento binası Reichstag’ı Batı Berlin’de bırakıyordu.
Avrupa’nın merkezi sayılan, Avrupa’nın bölünmüşlüğünün ve kendisi üzerinden uluslararası sistemin iki kutup halinde mevzilenmesinin simgesi olan Berlin’in merkezi caddesi Unter den Linden, o günlerde şehrin ücra sınır boyu gibiydi. Komünist rejim başkentlerine özgü o sert, hoşgörüsüz gri ciddiyet Doğu Berlin’e de fazlasıyla sinmişti ve şehrin merkezi Unter den Linden değil, epey berisindeki Alexanderplatz sayılırdı. Şu, herkesin Fassbinder’in Berlin-Alexanderplatz adlı kült filmiyle bildiği, otokratik bütün rejimlerin pek bir hevesle inşa ettiği –ruh ikizi Ankara Çankaya’da da bulunan- döner kulenin yerleştiği Alexanderplatz.,
Unter den Linden’e Humboldt Üniversitesi’nin ve tarihi Opera binasının önünden geçerek, İmparatorluk Almanya’sının görkemini zihnimde canlandırmaya çalışmak için yürürdüm. İn-cin top oynardı. Koca bulvarın üzerinde ve kaldırımlarındaki insanlar parmakla sayılacak kadar azdı.
Batı Berlin ise özellikle Kurfürstendamm ya da Berlinlilerin Ku’damm diye söz ettiği gündüzleri cıvıl cıvıl, geceleri ise neon ışıklarının ışıltılarıyla “Hür Dünya”nın, bir başka deyimle “kapitalizm”in, “Duvar”ın ötesindeki “komünist totaliter rejim”e ve “sosyalizm”e üstünlüğünü yansıtmaya çalışırdı sanki.
1989’da Duvar yıkılıp (yine Doğu Berlin’deydim) Berlin birleşince, Ku’dam giderek sönükleşti; buna karşılık şehir, tarihi köklerini ve görkemini canlandırmaya kalkınca, eski Doğu, Unter den Linden’le, Friedrich Strasse ile, Museums Insel (Müzeler Adası) ile, Oranierburger Strasse ile Prinzlauer Berg ile öylesine ayağa kalktı ki, bölünmüş Berlin’i yaşamayan ve bugün Berlin’e gelen, Berlin’de bulunan hiç kimsenin, gördüklerine şaşırması söz konusu değil. Oysa, 23 yıl öncesine kadar her şey ne kadar farklıydıb
Unter den Linden’den yine Friedrich Strasse yoluyla yürüyüşe koyuluyorum ve çevremdeki yüzlerce turisti süzüyorum. Çoğu Berlin Duvarı yıkıldığında ya doğmamıştı ya da hatırlamayacak kadar küçük veya olan-bitene özel bir anlam yükleyemeyecek kadar ilkgençlik çağındaydı. Ne kadar normal ve sanki ömür boyu öyleymiş gibi görünen bir Berlin’de benim gibi sağa sola bakınarak yürüyorlar.
“Acaba” diye başlayan soru zihnimi yalıyor; “Berlin’de Duvar’ın yıkılmasından bugüne kadar geçen bir süre geçtikten sonra,İstanbul’da, Diyarbakır’da, Edirne’de, Hakkari’de insanlar ne düşünecek, ne hissedecek?”
Ahmet İnsel, toplantıda “Türk sorunu”na parmak bastı. Türklerin “Kürt sorunu”nu algılama biçimi ve soruna yaklaşımının nasıl bir temel sorun olduğunu anlatırken, Türklerin savaş hafızasının olmadığını, yaşanan son savaşın Birinci Dünya Savaşı olduğunu, onun da üzerinden neredeyse 100 yıl geçtiğini söylemiş ve “Savaş bilgisi olmayınca, barış bilgisi de olamıyor” mealinde konuşmuştu; Türkiye’de “barışçı çözüm” yeteneğinin eksikliğine işaret ederken...
Elbette, bundan Türkiye’de sorun çözmek için “savaş deneyimi edinmek” gerektiği gibi aptalca bir sonuç çıkmaz. Ahmet İnsel’in anlattığı bambaşka bir şeydi.
Ama, Berlin’de, bugün Avrupa’nın bu, belki de en heyecan verici, dinamik şehrinde, “Soğuk Savaş”ın merkez şehrinde Türkiye’de işimizin sanılandan zor, çok daha zor olduğu düşüncesine kapıldım.
(Radikal gazetesinden alınmıştır)