Bundan tam on yıl önce, dünya çapında halen kırılmamış rekorlarla zirvelerde gezerken bıraktım ana haber bültenini...
Senelerce kırılamayacak ve bir daha kırılması asla mümkün olmayacak bir izlenme oranının sahibiydi yaptığımız haber bülteni...
Ben ve arkadaşlarım “haberciliği ve televizyonculuğu, inançlarımız çerçevesinde, kimselere müdanaası olmadan, objektif ve bağımsız kalabilen bir haber merkezinin, ölümü göze alan gazetecilerinden ibaret” görüyorduk...
Nice muhabir arkadaşım, kafalarını gözlerini yaran saldırılara uğradı haberlerini yapmak uğruna...
Belki de yirmi kez evimden uzaklaşıp, başka bir yerde ikamet etmek zorunda kaldım, ölüm tehditleri karşısında...
Kameramanlarımın kafaları defalarca kırıldı...
Kameralar kaç kere kırıldılar onu bilmemekteyim...
***
Polisler verildi beni korumaları için...
Çemberler oluşturuldu, silahlı saldırılar olmaması için...
Gazeteler ve rakip televizyonlar, bir insanı süründürürcesine “linç ettiler beni ve haber merkezimi...”
Aleyhimizde kumpaslar kuruldu, işimizden ettirilmek için planlar yürürlüğe kondu, devlet harekete geçirildi, haberlerimiz sakıncalı ilan edildi...
Ve nihayet bir gün; on yıl önce bugünlerde bir gün, “elimiz haberlerden çektirildi...”
O günden beri, bir daha elimi sürmedim ne haber merkezine, ne de haber bültenine...
Yetiştirdiğim habercilerin teker teker televizyonlarda büyümesinden mutlu oldum, gurur duydum...
Tek tek toplayana kadar canımın çıktığı, öğretene kadar günler, geceler boyu ter döktüğüm, yüz kişilik haber merkezimin dağıtılıp, tarumar edilmiş görüntüsüne seneler boyu içten içe ağladım...
Bir gün olsun kimseciklere tek bir söz söylemedim...
***
Dün sabah, 28 Şubat soruşturmasının başlayacağını bilmiyordum...
Rastlantıya bakın ki, önceki gece, Robert Redford’la Michelle Pfieffer’in iki televizyon habercisini canlandırdığı Up Close and Personal (Daha yakın ve Daha Özel) filmini izlemeye koyulmuştum...
Birbirine aşık karı koca televizyon habercilerinin televizyondaki vahşi rekabetinin ortasında yürüttükleri habercilik serüvenini izlerken, gözyaşlarım evin salonunda aktı gitti...
Bir zamanlar ben ve arkadaşlarım da böyle habercilik yapardık...
Kelle koltukta, kimselere müdanaamız olmadan, kimselerden emir almadan, ancak haberciliğin çarpıcılığını ve feriştahını yapmaya çalışarak...
Ne verdiğimiz manşetler, ne ürküttüğümüz çevreler, ne müdanaasız habercilik, ne teşekkürsüz yerilmeler, bizi durdurmadı “hiç kimseleri umursamadan, kırdığımız dünya rekorlarında...”
***
Fakat bir gün bir odada, bu maceranın sonunun geldiğini anladım...
Tam on sene önceydi, o maceranın bittiği an...
Bir daha da elime almadım haber mikrofonunu...
‘Ne arıyorsun sen?..’ dediler ‘spor yorumculuğunda?..’
Gülümsedim, geçiştirdim soruları...
Ne yapıyorsun sen ‘Akademi Türkiye programında’ diye müstehzi sordular...
“Haberciliği bıraktım, Meral Okay gibi dostlar biriktirmekteyim şimdi...” demedim, diyemedim...
Önceki gece Michelle Pfieffer’in “televizyon haberciliğinde merdivenleri yükselişinin öyküsünü” izliyordum..
İsyan çıkan hapishaneden, saldırıların ortasında canlı yayın yapışını seyrettim...
Gözümün önüne cezaevinin içinden yaptığım röportajlar geldi...
Robert Redford’un haber için gittiği Panama’da katledilişini izledim önceki gece...
Michelle Pfieffer’in ölümden sonra televizyon haber merkezinin önünde yaptığı konuşmayı...
O ağlarken ben de ağladım...
O kaybettiği kocasına, ben kaybettiğim haber merkezime ağladım...
Dün 28 Şubat’ın soruşturması başladı...
Mağdurlar arasında yer alacak mıyım?..
Hayır, elbette ki hayır!..
***
Bugüne kadar sessiz kalmış birisinin bir yargılama sürecinde konuşması beklenmeyecek herhalde...
Demokrasi, kendi derslerini, zaman içinde kendisi verir...
Fazladan müdahil olmaya gerek yoktur...
Haberciliğimden dolayı utanacak mıyım?..
Kimselerden emir almadım ki utanayım...
Bağımsız, müdanaasız yaşadım, inandığım ve hissettiğim şeyleri söyledim...
Önceki gece birbirine aşık karı koca televizyon habercisinin ölümle biten habercilik maceralarını izledim...
28 Şubat soruşturmasının ertesi sabah başlayacağını bilmiyordum...
Haberle, habercilikle ve ölümle biten kıyasıya bir rekabetin “ağlatan mecrasını” yarım kalan aşkın gözyaşlarıyla izledim...
Kutsal gördüğümüz habercilik uğruna ölümüne girdiğimiz mücadeleler gözümün önüne geldi...
Şimdi herbiri bir yerde, müthiş televizyonculuk işleri çıkartan ekibimle gurur duyduğumu hissettim...
Habercilik artık bitti benim için...
Bir daha geri gelmemek üzere sanırsam...
*****
SERVET SAHİBİ OLMAK NE DEMEK?..
“Unutmayın, servet sahibi olmanın birçok değişik çeşidi vardır...
Maddi servete sahip olmak onlardan sadece biridir...
Zengin ilişkilere ve çevresinde kendisini seven bir topluluğa sahip olan kişi, bence servet sahibidir...
Sağlıklı, maceralı, heyecanlı ve sürekli öğrenmeyle dolu bir yaşama sahip kişiyse başka türlü bir servete sahiptir...
Yaşama derinden bağlı olan, her sabah yoğun bir huzur ve gerçeğin farkındalığıyla kalkan kişi de kesinlikle önemli bir zenginliğe sahip kabul edilir...
Etrafımızdaki kalabalık, -yani içinde yaşadığımız kabileyi andıran toplum- bize maddi servetin peşine düşülmesi gereken tek servet türü olduğunu öğretir...
Oysa bu gerçek değlidir...
Robin Sharma...”
***
Hayatımda hiç maddi açıdan servet sahibi olmak için uğraş vermedim...
Böyle konulara ilgi de duymadım...
Ancak kabul etmem gerekir ki hayatta en değerli servetin “gerçek anlamda dost biriktirmek” olduğunu geç farkettim...
Dostluğun insana bir manevi zenginlik, güven, hayatın en önemli korkusu olan ‘evrende yalnız kalma’ duygusunu yok eden bir dayanışma sunduğunu geç farkettim...
Hayattaki servetin, sadece maddi servet olduğunu zannedenler, hep daha fazla para kazanarak, parayla insanlara hükmedebileceklerine inanırlar...
***
Elbette para insanları yönetmede, önemli bir araçtır...
Fakat dostluk, içsel zenginlik, yeni bilgileri öğrenmeye endeksli, maceralı bir hayatın insana kattığı ruhsal zenginlik kelimelerle anlatılamaz...
Kapitalist toplum, ürettiği mal ve ürünlerini satabilmek için, zenginliği bilinçli olarak ‘daha fazla servetin ve paranın üzerine’ konuşlandırır...
Oysa hayatımızın gerçek zenginliği, alınan ürünlerin fazlalığından geçmez...
Öğrenilen yeni bilgler, yaşanan tecrübeler, macera dolu keyifler, bilinmeyeni keşfin verdiği ruhsal doyumlar hayatı zenginleştiriyor...
Dikkat edin...
Ekonomik gücün bir noktasından sonra, yediğiniz, içtiğiniz, aldığınız, tükettiğiniz şeyler belirli bir standartın alt ve üst sınırında gezinirler...
Oysa hayatın diğer zenginlikleri, yaşamınızı toptan değiştirir, sizi hiç gitmediğiniz dünyalara yönlendirirler...
***
Bir züğürt tesellisi değil bu söylediklerim...
Çok servet sahibi görünen dünyalar, yaşam zenginliği açısından çok zengin değillerdir...
Yaşam zenginliğinin varolabilmesi için, yaşamı algılama zenginliğinin olması gerekir...
Ancak çok şeyi algılayanlar, diğer insanlardan daha fazla şeyi görebilen, yaşayabilen, hissedebilenler gerçekten zengin yaşayabiliyorlar...
Bu sözün ne anlama geldiğini farkedebilmek için, yaşamı algılama düzeyinin gelişmiş olması gerekir...
Zenginliğin üç marka ayakkabı, beş marka tişört ve lüks bir arabadan ibaret olduğunu zannedenler, bu yaşam zenginliğini farkedemezler...
VATAN