İki tip insan var. Birinci grup, güçlünün önünde eğilen, döneme göre bukalemun gibi renk değiştiren kesim (ki epey kalabalıklar), ikinci grup ise hangi iktidar döneminde olursa olsun ilkelerini değiştirmeyen ve gerçeğe saygı duyanlar.

Bu kişilerin sayısı az ama tarih önünde toplumun vicdanını temsil ediyorlar.

Bugün asker gücünü yitirdi ve darbelere karşı çıkmak moda. Ama asker en güçlü döneminde iken de ilkeleri gereği darbelere ya da darbe olasılığına karşı çıkanlar vardı.

Neden yapıyorlardı bunu: Çünkü darbelerin ancak acı ve gözyaşı getirdiğini biliyorlardı. Demokrasiye inanıyorlardı ve her sorunu gerçek milli iradenin çözmesi gerektiği ilkesini benimsemişlerdi. Bu bir hayat ilkesiydi.

Bugünlerde 28 Şubat tartışılıyor: Gelin eski yazılara dönelim ve o dönemde (yani şimdiki birçok sivil kalemin askere övgüler sıraladığı bir dönemde) hangi fikirleri savunduğumuzu hatırlayalım: (Önceki üç darbe hakkındaki görüşlerim zaten bilinmekte.)

“DARBE VE MİLLETVEKİLİ VİCDANI”

(Milliyet Gazetesi 05 Nisan 1997)

İçimize sinse de sinmese de kabul etmek zorundayız ki Türkiye’nin gündeminde “darbe olasılığı” var.

Siyasiler bunu konuşuyor.

Özel sohbetlerde gazeteciler sürekli bu konudan söz etmekte.

Hatta istihbaratı güçlü yorumcular böyle bir darbe için karar alınmış olduğunu, sonra ertelendiğini fısıldıyorlar.

Yabancı gazeteci ve diplomatlar bu olasılığı gözardı etmiyor.

Demek ki durum ciddi.

Bir yandan da aklıselim sahibi herkes yaklaşmakta olan darbeyi önleyebilmek için çareler araştırıyor.

(...) Türkiye’de rejimin tehlikede olduğunu düşünen milyonlarca kişi, bir ordu müdahalesi için gerekli halk zeminini oluşturmakla kalmıyor, daha ileri giderek orduyu göreve çağırıyor.

Bunlar çok tehlikeli gelişmeler.

Böyle bir darbenin hiçbir sorunu çözemeyeceği ve Türkiye’nin içinden çıkılmaz maceralara sürükleneceği kaygısını taşıyoruz.

“GEÇİCİ LAİKLİK İTTİFAKI”

(Milliyet Gazetesi 23 Haziran 1997)

Birkaç yıldan beri, sağ-sol çelişkisinin geçici olarak yerini alacak bir kutuplaşmaya gittiğimiz belliydi.

Aklı erenler bu gidişi zamanında saptadılar.

1997 yılı kutuplaşmanın en keskinleştiği yıl oldu ve laik-antilaik kutuplaşması, toplumdaki diğer çelişkileri geri itermiş gibi göründü.

(...) (Ama) Türkiye’nin tek çelişkisi laiklikle antilaik tutum arasında değil.

Laik - antilaik kamplaşması şu anda yaşamsal bir sorun olmasına rağmen, Türkiye’nin gelir dağılımı sorununu çözmüyor.

Açlık sınırında yaşayan ve milli gelirin ancak yüzde 4’üyle yetinmek zorunda kalan 13 milyon insanın karnını doyurmuyor.

Binlerce faili meçhul cinayeti aydınlatmıyor.

İşkence tezgâhlarını kapatmıyor.

İnsan haklarına saygı gösterilmesini sağlamıyor.

Bugün milyonlarca insanın laiklik şemsiyesi altında toplanması, neredeyse Susurluk’a karşı çıkanlarla, Susurluk’u örtmek isteyen güçleri bir araya getirmiş gibi görünebilir.

Oysa temel çelişki burada.

Eğer Türkiye onurlu, çağdaş, saygın bir ülke olmak istiyorsa, laiklik ilkesiyle birlikte demokrasi ve hukuk devleti ilkelerini de vazgeçilmez ögeler olarak savunmalı.

***


Sadece iki örnek verdim ama bu görüşü savunan, darbeye karşı çıkan çok yazım var. Tersi ise hiç yok.

Bugüne gelelim: İktidar el değiştirdi ama sistem değişmedi.

Yine özel mahkemeler, yine hapis, yine basın sansürü, yine eleştiri istemeyen iktidar sahipleri.

İttihat Terakki’den bu yana benimsenmiş baskı metotları hiç gözden düşmüyor.

Kim iktidara gelirse bu metotları benimsiyor.

Ben aklım ermeye, siyaseti izlemeye başladığım andan itibaren (ki 60’lı yıllara gider) bu ülkede iyi bir iktidar görmedim.

O yüzden de ister istemez, her dönemde muhalif olmak sonucu ortaya çıktı.

(Vatan gazetesinden alınmıştı)