Bu haftanın anlatısı ünlü yazar –araştırmacı ve bir Lefkoşa sevdalısı sevgili Ahmet Tolgay ‘dan.Kıbrıs ‘ın en çok okunan yazarlarından biri olan Tolgay,bu yazısını epey önce yayınlamıştı yıllardır yazdığı Kıbrıs Gazetesindeki köşesinde…
İşte bu yazı “Lefkoşa’nın bugünkü çok düşündüren durumunu da göz önüne alarak” bu hafta” Pazar’n Öyküsünü” oluşturdu.
Türkiye’de zaman zaman gazetelerde ,internet sitelerinde “İstanbul’ lu Olmak”,”İzmir’ li Olmak” gibi listeler çıkar.Genellikle nostalji ağırlıklı bu yazılarda o güzelim kentlerin
“unutulmazları”,“vazgeçilmezleri” vurgulanır…Ve bu kentlerde yaşayanlara mesajlar,ziyaret edeceklere de ipuçları verilir…
İşte bu güzelim tarihi kentte doğup ,büyümüş ve hala yaşamakta olan Ahmet Tolgay ‘dan gene o güzelim Türkçesi ve üslubuyla güzel bir derleme…

“Kolay değildir Lefkoşalı olmak… Bugünün Lefkoşa’sı o büyülü eski Lefkoşa değildir ki zaten… Bugünün ruhunu yitirmiş Lefkoşa’ sında Lefkoşalı olmak hiçbir anlam taşımıyor artık… Bugünün Lefkoşalısı olmak hiç marifet değildir ve olmamak da daha iyidir aslında…
Arap Muhammet’in yazlık “Beyrut Sineması”nda ikide bir kopan “Sabu” ve “Baytekin” filmlerini Muhammed’in ikramları eşliğinde; “Halk Sineması”nda Kerime Nadir’den uyarlama “Hıçkırık” ve Esat Mahmut Karakurt’tan uyarlama “Son Gece” filmlerini; Hüsrev Erdentuğ’un “Çiçek Sineması”nda Gary Cooper’la Ingrid Bergman’ın Türkçe konuştuğu dublajları, “Şahin Sineması”nda Kung-Fu’ları ve spagetti westernleri seyretmemişsen…
Yazlık ve kışlık sinemalarda iki film arasında tombala oynamamışsan…
Çağlayan Çağlayan’ken, Hüseyin Çağlayan’ın patatesli fırın kebaplarıyla Angliya eşliğinde ziyafet çekmemişsen…
Fuat Veziroğlu’nun şairlik günlerinde “Çukur Yanaklıya Mektuplar” yazdığı Abdi Çavuş Sokağı’nda ayak izlerini ve yürek çarpıntılarını bırakmamışsan…
Hikmet Afif Mapolar’ın; nam-ı diğer Gökmen’in “Kitap Sarayı”nda enfiye kokuları arasında ülke ve edebiyat meselelerinin tartışıldığı ortamlarda bulunmamışsan…
Özker Yaşın’ın kitapevinde İstanbul’dan gelecek yepyeni aşk romanlarının siparişini yapmamışsan…
Halkın Sesi’nde Yavuz’un, Bozkurt’da Osman Türkay’ın, Hürsöz’de Fevzi Ali Rıza’nın köşe yazılarını okumamışsan…
Restorasyon öncesi Samanbahça’nın tozu-toprağı içinde top koşturtmamışsan…
Kardeş Ocağı’nın gün görmüş yenidünya ağacı altında kent dedikodularının ve tavla şakırtılarının ortasında kahveni ya da limonatanı yudumlamamışsan…
“İlk Sahne”nin kapalı gişe oyunlarını Yenicami’deki Atatürk İlkokulu’nun derme çatma salonunda izlememişsen…
Bilgisayarın ve internetin hayalinin bile kurulamadığı o günlerde, merkezi postaneden güzel kalem arkadaşlarına losyona bulaştırılmış taahhütlü mektuplar atmamışsan…
Halil Bedevi’nin dondurmasının Girne Kapısı önünde, Raşit Bedevi’nin sütlü böreğinin Dikili Taş önünde defalarca tadına bakmamışsan…
Sokak muhallebicilerinden ayaküstü kışın kazandibi, yazın güllü sulu muhallebi yememişsen…
Ciğerci Ahmet’in kavurma ciğeriyle ilk kez ustası Aşçı Mustafa’nın büryan kokulu dükkanında tanışmamışsan…
“Karanfilli”nin mevsimin en uygunsuz günlerinde kulağının arkasındaki kırmızı karanfilleri nereden bulabildiğine kafa yormamışsan…
Avucunu yakan sıcak fıstıklarını atıştırırken bir yandan da Osman Gezer’in çevresiyle düdüklü tatlı dalaşmalarını keyifle dinlememişsen…
Saray Otel önündeki antikacı dükkanını Saray Otel’den daha ilginç duruma getiren başkentin en antika figürü Çoronik’in küfürlerinin muhatabı olamamışsan…
Yavrum’un humus çorbasını, Abdullah’ın şamişisini, Eğribacak’ın paçasını yememişsen…
Ahmet Becerikli’li, Nadide’li, Altıparmak’lı, Mehmetaliler’li düğünlerin tanığı olamamışsan…
Surlariçi gettosunun mevzilerinde terhislik günü meçhul mücahitliğini sürdürürken mahallenin kızlarıyla platonik aşklar yaşamamışsan…
Sağır’ın ve Hammal’ın meyhanelerinde Yaşar Özel, Mustafa Sağyaşar, Müzeyyen Senar plaklarını dinleyerek demlenmemişsen…
O meyhanelerden evine sabaha karşı dönerken Orhan Kemal’in Avare Mustafa’sı gibi efkarından aşk şarkıları okumamışsan…
Hisar üstlerine kurulan bayram yerlerindeki gıcırtılı ve paslı atlıkarıncalara binmemişsen…
Gerçek Türk hamamı Osmanlı hamamlarının göbek taşında buzlu gazozlar içip baş baş yıkanamamışsan…
Mahallenin komşuya ait tek özel arabasında varoşlarda gezmeye çıkabilmek için sıranın sana da gelmesini beklememişsen…
Bir dönem Girne Caddesi’nin simgesi Mulla Hasan Kahvehanesi’nin; İnönü Meydanı’nın simgesi Efenin Kahvehanesi’nin nargile fokurtuları arasındaki müdavimleri arasına girmemişsen…
Kartal’ın ve Eşref’in langırt salonlarından, Paraşüt’ün dönerci dükkanından, Resa’nın pastanesinden nasibini alamamışsan…
Ağır Lefkoşa ağabeylerinden Kara Çete, Volkan, TMT öyküleri dinlememişsen…
Sarayönü’nün Sarayönü olduğu günlerde Mahkemeler kaldırımında ayakkabılarını Boyacı Rauf’a boyatmamışsan…
Kemal Tunç ile Osman Balıkçıoğlu’nun “Alekko ile Caher”inin her yeni serüvenini Bayrak Radyosu’ndan dinleyebilmek için sabırsızlanmamışsan…
Kuruçeşme’nin namuslu fahişeleriyle dostluklar kurmamış ve onlarla dertleşmemişsen…
Sıcak yaz gecelerinde otoriteye muhalefetin ilk isyanı olan Dubara’nın nutuklarını izleyebilmek için o sevimli ve zil zurna sarhoşun peşinde sokakları arşınlamamışsan…
Avrayimi’nin gündemdeki sinema filmlerini duyuran tellallığına tanık olmamışsan…
Çağlayan sinemalarında konserler veren Abdullah Yüce ile Ahmet Üstün’ün şarkılarını kerpiç evinin önünde otururken dinleyememişsen…
Püfür püfür Kıbrıs kokan “Sıla Dört” şarkılarının canlı performansını mücahit gazinolarında avuçlarını patlatırcasına alkışlamamışsan…
Çağlayan parkurunda ve parkında piyasaya çıkarken cep harçlığını toparlama kaygısındaki minik çocukların ıslatılmış tülbentler üstündeki yaseminlerini yarım şilin ödeyerek almamışsan…
Kışın ılık güneşin altında, yazın öğle sonu serinliğinde kapı önünde mevsim sebzelerini ayıklayan komşulara yardım etmemişsen..
Kızgın yaz güneşinin kavurduğu hisarlar üstünde kuş lastiğiyle kertenkele avına çıkmamışsan…
Sen Lefkoşalı değilsin dostum…”

(Star Kıbrıs'tan alınmıştır)