Karl Marx doğdu, bugün…260 yıl önce bugün. Onun şerefine en sevdiği yerlerden birini ele hoş olur diye düşündüm. Anıtlar Kurulu’nun tescilli binası Museum Tavern barı…300 yaşında, bakım geçirmiş ama ‘tadilat asla!’ denilen bu binanın nasıl korunduğu ve yaşatıldığına şaşıracaksınız. Biraz üzülseniz de hoşunuza gidecek.

 

O zaman biraz bardan ve biraz da sakallı ve gür saçlarından mütevellit koca kafalı, cüsseli Karl Heinrich Marx’tan bahsetmek gerekir.

 

Tabi basit bir birahane değildir burası…dönemin münevverlerinin geldiği, derin, kıymetli ve seviyeli analizlerin yapıldığı bir yer olarak algılamak lazım…

Yani, burjuva ve işçi sınıfının sadece bira ile taam ettiğini düşünmemek gerekir. 

1720’li yıllardan gelir buradaki varlığı ki önceki adı ‘Dog and Duck’tır. Çünkü o zamanlar her şey ama her şey avlanıp satılabiliyor, pişirilebiliyor ve satılabiliyordu. Buraya yakın bir göletçikte de ördek avı yapılırmış ve tabi av denilince köpekler eşsiz yoldaştır.

Bugünkü adı Museum Tavern’dir ve British Museum’un kuruluşu ile alakalıdır. Müze, 1759 yılında hemen yolun karşısına açılınca adı da müzenin ve okuma salonunun çilekeş ziyaretçilerine hizmet etmeye başlamış adeta, müze kapanınca…akşamları…İçine girince içeceğiniz eşliğinde orijinal objelere göz gezdirmeli, gaz fenerlerini dikkatlice incelemelisiniz. Taa Victoria Çağı’ndan…

Ya barın kendisi? ‘Adeta bir kalyon küpeştesi gibi’ diye okumuştum bir yerde ve hala daha öyle. Telgraf tellerine takılmış kuşlar misali dizilirmiş buraya müşteriler. 

 

Barın hala daha kullanılan ve sınıf ayrımı gözetmeyen iki kapısı var ama Karl Marx zamanında yan sokaktan olan girişi üst tabaka beyler içinken müze girişine bakan kapısı ise az paralı proletaryanın giriş kapısıymış. Karl Marx hangi kapıyı kullanırdı bilinmez. Cüssesi yan kapıya işaret ederken feylozof durusu proletarya kapısı dense de bilinmiyor. 

 

İkinci Dünya Savaşı’ında nasıl sağ kaldığını hala kimse anlayabilmiş değil. Kütüphane tepesine ve civardaki diğer binalara bomba düşerken ve bazılarını yok ederken birahane sapasağlam neredeyse, birkaç sıyrık sadece, kırık ve çatlak camlar.

Bu harika barın tezgahına dayanan tabi sadece Karl Marx değil…Charles Dickens ki Barnaby Rudge karakterini burada tasarlamış olabilir çünkü eserinde barı tarif ediyor. Arthur Conan Doyle da ayrıca; eseri ‘The Adventure of the Blue Carbuncle’ içinden geçer bu bar. Sherlock Holmes ile Doktor Watson Baker Caddesi’nden Great Russell Caddesi’ne gelirler ve bara girerler. Roman ve oyun yazarı John Priestley da aynı süreçten geçip barın savaş öncesi ve sonrası haline şahitlik eden ünlü kişidir. 

 

Şahsa ait olsa da, ticari bir işletme olsa da eskiyi korumanın, şahane örneklerinden biri olarak karşınıza çıkabilir burası; bakım var ama tadilat asla!…

Ve denir ki Karl Marx British Museum Okuma Salonu’ndan çıkınca müzenin merdivenlerinden hızlıca inermiş, 12 tane, merdiven çıkarken saymayı sevenler bilirler. Ordan hiç vakit kaybetmeden Museum Tavern’e uçarcasına…çünkü o bir bira severdi. 

 

Karl Marx’ın eserleri bir yana hayatı, doğduğu yer ve yaşam şartları aslında biraz fikir verebilir neden devrimci, neden özgürlükçü ve eşitlik yanlısı olduğuna…

 

Almanya doğumlu olmasına rağmen Trier şehrinin Napolyon kontrolünde olması, Fransa’da meydana gelen özgürlükçü hareketlerin yoğun olarak yaşanması ve özgürlüğün kokusunun 1810 ve 1820’li yıllarda yoğun olarak hissedilmesine sebebiyet verir. Yani, Fransız devriminin getirdiği kişisel özgürlükler ve eşitlik ilkesinin tadı. 

 

Babası da özgürlük eğilimde olan sevilen bir kişi idi. O da politik otoritenin sorgulanmasının ve fikir özgürlüğünün insanın başına dert olabileceği bir dönemde yaşadı. Prusya’nın muhafazakar katı yönetimi ile Fransız Devrimi’nin getirdiği özgürlükçü düşünceler arasında görüşlerinin şekillendiği ve geliştiği söylenebilir.

 

Bu durum babası için bu yeterli bir neden olur, onu Bonn’dan Berlin Üniversitesi’ne daha öğrenci odaklı şehre ve daha çalışkan öğrencilerin olduğu üniversite şehrine taşımak için… Ancak orada da kendini çeşitli farklılıkların içinde buldu denir. Sakal bıraktı ve gece-gündüz felsefe tartışmaları yapmaya başladı. ‘Genç Hegelciler’ gurubuna katıldı. Özgürlüklerin ve fikirlerin yavaş yavaş evrildiğine dair olan teorisinin hoşuna gittiğini ve özgürlük denilen şeyin aslında devrim ile neticelendirilmesi gerektiğini belirtti. Hegel gibi o da ‘insanın özgürlüğünün ve gelişimin önündeki temel engelin din olduğu’ görüşünü savundu. 

 

Fikirleri baltalayıcı ve yıkıcı kabul edildi ve bu sebeple akademide kendisine yer verilmek istenmedi. O da kendisine ve fikirlerine gazeteci olarak yer arama yolunu tercih etti. Yazılı fikirlerin toplumda dönüştürücü etkisi olduğuna inandı ve sözünü ettiği etki kısa zamanda başlayınca da gazetesi kapatıldı, vatan haini ilan edildi.

 

Böylece kendisini Avrupa’nın diğer kentlerinde buldu, kovuldu ve son kabul yeri Londra oldu; 34 yıl boyunca, 1849 yılından ölene kadar. 

 

O sebeple İngiltere’nin ve dünyanın önde gelen şahsiyetlerinden bazılarının ebedi istirahatgahı da olan Londra’nın Highgate Mezarlığı’ndadır mezarı.

 

Bir de tabi ‘üstad’ın Londra’daki evi elbette ki English Heritage tarafından koruma altındadır ve tescillenmiştir; Mavi Plaka Geleneği ile…yolu çokça düşer Londralıların Soho’ya ama sadece biraz başını kaldırıp bakmak gerekir Karl Marx yazısına; 28 Dean Street evinin tuğla duvarına.