Demokrasilerde sandık “her şey” demek değildir; sandığın “her şey” olduğu rejimler de demokrasi değildir.

 

Demokratik ülkelerde seçimlerle halk kendini yönetecek temsilcilerini seçer, padişah ya da kral değil.

 

Herkesin anlayabileceği şekilde ifade edersek; örneğin, oturduğunuz binanın genel kurul toplantısına katıldınız. Seçimler yapıldı ve sizi apartman yöneticisi seçtiler. Siz artık apartman yöneticisi oldunuz diye “bundan sonra herkes saat 21.00’de yatacak, üç çocuk yapacak, 22.00’den sonra apartmanda içki içilmeyecek, apartmana başörtüsü takan birinin girmesi yasaktır, herkes çocuklarını dini bütün yetiştirecek” gibi taleplerde bulunamazsınız. Apartman yöneticisi kendini “hiç ilgilendirmeyen” işlere burnunu sokarsa sonuçta biri çıkar onu ya eşek sudan gelinceye kadar döver, ya da akıl hastanesine kapatır.

 

İşte demokratik ülkelerdeki seçimler de böyledir; seçim sonuçlarına göre ülkenin mevcut yönetim modeli içerisinde “idareci” olursunuz, kral değil…

 

Yetkileriniz, size emanet edilenleri hakkı ve usulüne uygun olarak kullanmak ve halkın refahını sağlamaktan ibarettir.

 

Halk beni seçti istediğimi yaparım

Yukarıda da ifade ettiğim gibi böyle bir lüksün yok. Diğerlerinden daha çok oy almış olabilirsin. İktidar partisinin sürekli vurguladığı “%50 ile hükümet olduğu” şeklinde bir öngörüsü var. Bir kere AKP’nin  %50 oyu yok; en son seçimlerde aldığı oy oranı %35. İddia etiği %50 oy oranı barajı geçemeyen partilerin aldıkları oylar dağıtıldıktan sonra ulaştığı rakam. Yani Sayın Başbakan’ın ifade ettiği gibi istediği zaman sokağa dökeceği bir %50 yok; üstelik kamuoyu araştırmaları gösteriyor ki şu anda bu %35 oyun 15 puanını kaybetmiş durumda. Reel olarak geriye kalan yüzdenin de Başbakan dedi diye sokağa döküleceği filan yok, çok zorlasa belki %5 gibi kendi maddi çıkarları sarsılan ufak kesimi sokağa dökebilir; bunun sonucunun da gerek kendileri, gerekse de Türkiye için “korkunç bir hüsran” olacağını ifade etmeye bile gerek yok.

 

Öyleyse başta hükümet olmak üzere herkes aklını başına almalı. Şu anda Türkiye’de 24 saat içinde iç savaş çıkabilecek bir ortam mevcut, hükümetin iddia ettiği gibi olayları kışkırtan güçler eğer isterlerse bunu derhal uygulamaya koyabilirler; bunu kim engelleyecek, polis mi? Geçiniz…

 

Peki, niye henüz çıkmıyor; çünkü pazarlık sürüyor. Bu iş öyle havaalanıyla, uçuk kaçık projelerle filan alakalı değil.

Devlet adamı olmak öyle kolay değil; zaman gelecek kızılcık şerbeti içip kendi siyasi ikbalinizden feragat ederek ülkenizin geleceğini düşüneceksiniz. Bugün süren siyasi pazarlıklar neticede bu hükümet için felaketin başlangıcı olacak; kabul ederse zaten siyaseten bitecek ve seçimi kaybedecek, kabul etmezse olaylar devam edecek ve belki de iç savaş ile neticelenecek.

 

Bu senaryolar bundan on sene önce de yürürlüğe konmuştu. O zamanlar koalisyon hükümetinin ortağı olan Devlet Bahçeli bu senaryoya kendisi ve partisini ateşe atma pahasına seçime gitme kararı alarak karşılık vermiş ve sonuç MHP için büyük bir yıkım olmuştu; ama neticede o gün Türkiye iç savaşa sürüklenmedi. Bu feraseti gösterebilmek her devlet adamına nasip olmaz, nitekim bu kararı yüzünden Sayın Devlet Bahçeli kendi teşkilatı tarafından yıllarca eleştirildi. Fakat Krezüs’ün sözü unutulmamalı “barışta oğullar gömer babalarını, oysa savaşta babalardır gömen oğullarını”…

 

Bugünkü hükümet iktidar nimetlerine tutkalla yapıştığı için bunu ilelebet sürdürebilmek amacıyla dış politikada cumhuriyet tarihinde görülmedik tavizler veriyor.

Yol, viyadük, baraj, köprü, havaalanı bunlar güzel şeyler. Yapandan da yaptırandan da Allah razı olsun; ama neye rağmen?