Taksim Meydanı Yayalaştırma Projesi çerçevesinde Gezi Parkı’ndaki ağaçların bazıları yerlerinden sökülerek başka bir yere nakledilecek, bazıları da kesilecekti. Bunun üzerine de bazı çevreciler oraya kamp kurup ağaçların kesilmesini engellemek istediler. Çevrecilerin eylemleri ve bazı siyasilerin de müdahil olmasıyla meydandaki düzenleme çalışmaları durdurulmak zorunda kaldı. Derken geçen hafta sabahın erken saatlerinde yüzleri maskeli sivil kişiler kamp çadırlarına saldırı düzenleyip çadırları yakmaya başladılar.  İşte o andan itibaren de olan oldu. Gerek İstanbul’da gerekse Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerde insanlar sokaklara döküldü. Gezi Parkı eylemi birden hükümete karşı ülksesel bir eyleme dönüştü.


Tabii ki bu eylemlerin ortaya çıkmasında Gezi Parkı eylemcilerine sabahın köründe yapılan baskın önemli bir rol oynadı. Ancak eylemlerin aktörlerinin tavırlarına bakınca maksadın Gezi Parkı’nı çoktan aştığını, hatta zaman zaman koordineli bir hareketin bile söz konusu olduğunu düşündüren durumlar vardı. Kitlesel eylemlerde durumdan istifade etmek isteyen provakatörler her zaman olmuştur ve olacaktır. Önemli olan onların provakasyonlarına fırsat vermemektir. İşte bu noktada güvenlik güçlerinin büyük bir zaafiyeti söz konusu olmuştur. İnsanların üzerine habire biber gazı ve tazyikli su sıkarakak adeta onları tahrik etme yarışına girilmiştir. Bu durum da tabii olarak istismarcıların işine yaramış ve eylemcilerin de bilerek veya bilmeyek şiddete başvurmalarını sağlamıştır. Nihayetinde de günlerce bir çok şehrin merkezi polisle göstericilerin çatışmalarına sahne olmuştur ve hala da olmaktadır.


Demokratik ülkelerde herkesin düşüncelerini ifade etme özgürlüğü vardır. Bazan bu eylemlerle vurgulanır. Bu eylemler kamu düzenini bozmadığı müddetçe meşrudurlar. Şiddet, cebir, kanun ve hak ihlali söz konusu olduğu zaman da eylemcilerden hesap sorulur. Bazan da bazı hassasiyetler dikkate alınarak bir takım kanun dışı hareketlere göz yumulur. Benim kanaatime göre Gezi Parkı’nda da bu olmalıydı. Eylemcilerle müzakere edilmiş olsaydı kesinlikle bu duruma gelinmeyecekti. Bir arkadaşın dediği gibi sabahın köründe baskın yerine, çay, kahve ve simit alıp eylemcilerin yanına gidilip birlikte kahvaltı yapılarak endişeler giderilmeliydi. Maalesef bu yapılmadı. Baskın sonrasında da olay Gezi Parkı’nı aşıp iktidara karşı kitlesel bir eyleme dönüştü.


Daha önce de ifade ettiğim gibi güvenlik kuvvetlerinin zaafı ve kötü bir kriz yönetimiyle iş iyice çığırından çıktı. Her şeyden önce kampa sabahın köründe baskın yapılmayacaktı. Böyle bir baskını güvenlik güçlerinin yapacağına ihtimal veremiyorum, ancak kimlerin yaptığı ortaya çıkarılmadan da baskının sorumluluğu güvenlik güçlerinin üzerinde olacaktır. Resmi veya sivil her kim yapmışsa mutlaka bulunmalı ve gereken yapılmalıdır. Ayrıca kriz yönetiminden sınıfta kalan İçişleri Bakanı, Vali ve Emniyet Müdürünün de görevlerini layıkıyle yerine getiremedikleri ve olayların bu noktaya gelmesindeki sorumlulukları sebebiyle gereğini yapıp istifa etmeleri gerekir. Hele hele İçişleri Bakanının en kritik bir zamanda Türkçe Olimpiyatlarının açılışına gitmesi durumun vehametinden bihaber olduğunun göstergesidir.


Gösterilerin çığırından çıkmasında rol oynayan bir diğer faktör de Başbakan’ın takındığı tavırdır. Başbakan’ın göstericilerle ilgili kullandığı dil, Taksim Meydanı ve çevresiyle ilgili planları peyderpey ilan etmesi kitlelerde kırmızı görmüş boğa etkisi yapmıştır. Halbuki Taksim Meydanı’nın düzenlenmesi işi Başbakanlığın değil İstanbul Belediyesinin sorumluluğundadır. Ayrıca zaten kırmızı görmüş boğalara dönen göstericileri daha da tahrik edermişçesine AKM ile ilgili planları ve Taksim’e yapılacak camiyi gündeme getirerek yangına körükle gitmiştir. Bunun da ötesinde bir kesimde var olan ‘tek adam’ imajını iyice pekiştirmiştir. Nitekim Batı medyası işin özellikle bu boyutunu öne çıkarmıştır. Bir Başbakanın bir şehrin meydan düzenlemesine müdahil olması benim için anlaşılması güç bir durumdur. Ama ben Hollanda’da siyaset yapıyorum, orası Türkiye! Ben halimden memnunum dersem yeter sanırım.


Peki neydi bu kadar insanı sokaklara döken? Gezi Parkı’ndaki bir kaç ağaç mı? Yoksa o ağaçları kurtarmak için eylem yapan çevrecilere yapılan saldırı mi? Her ikisinin de olmadığı kesin. Onlar sadece bahaneydi. Asıl maksat iktidara karşı bir tavır sergilemekti. Olay çevrecilerin eylemi olmaktan çoktan çıkmış, iktidarla bir şekilde meselesi olanların eylemine dönüşmüştür. Hal böyle olunca da iktidarın baş aktörü Başbakan’ın her sözü göstericileri çıldırtmıştır. Buna bir de dezenformasyon ve sistemli ajitasyonlar da eklenince ortalık bir anda savaş alanına dönmüştür. Özellikle ilk günlerde aslı astarı olmayan bir çok senaryo sosyal medya yoluyla kitlelere duyurulmuş ve halkın galeyana gelmesine çalışılmıştır. Bu senaryolarda niyet okumalar, sözde bir takım planlar ve en kötüsü de göstericilere yapılan ‘kötü muameleler’in fotografları vardı. Artık her şey mübah hale gelmişti. Yeter ki amaca hizmet etsin.


Tabii ki bunlar tüm eylemciler için geçerli değildir. Hatta çoğu için geçerli değildir. Onlar bir şekilde gidişattan hoşnut olmayan, hayat alanlarının daraltıldığını düşünen, hayat tarzlarına müdahale edildiğini, hatta ötekileştirildiklerini düşünen insanlardır. Onların bu fikre kapılmalarını sağlayan bazı gelişmeler de yok değil. Mesela alkol yasağı hayat tarzına doğrudan bir müdahale olarak algılanmaktadır. Yine Alevilik’le ilgili bir takım söylemler, eğitim sistemine yapılan alel acele müdahale, Suriye politikasında mezhepçilik yapıldığı algısı, ergenekon ve darbe planları bahane edilerek muhaliflerin baskı altına alındığı fikri, toplumu yakından ilgilendiren kararların müzakere edilmeden alındığı, partizanlık yapıldığı endişesi de bu kaygılara dayanak teşkil etmektedirler. En önemlisi de 28 Şubat’ın intikamının alınmak istendiği gibi bir korkunun olmasıdır. İktidarın yapması gereken bu kaygıları ortadan kaldırmak için çaba sarf etmektir. Toplumun genelini ilgilendiren konularda uzlaşma zemini aramaya çalışmasıdır.


Yüzbinlerce insan sokaklara dökülüyorsa bunu ciddiye almak zorundasınız. Küçümsemek, görmezlikten gelmek meseleyi daha da içinden çıkılamaz hale getirecektir. Türkiye’nin en zor meselesi olan terör meselesine bile barışçıl bir çözüm bulmaya çalışan bir Başbakan’dan da bu beklenir. Sadece terör meselesine çözüm değil, toplumun bir çok derdine çözüm üreten bir Başbakan söz konusu olan! Siyasetin üzerindeki vesayeti kaldıran, temel insan hak ve özgürlüklerinin önünü açan, din ve vijdan özgürlüğü üzerindeki baskıyı büyük ölçüde kaldıran ve en önemlisi Türkiye’ye çağdaş bir Anayasa kazandırmaya çalışan bir Başbakandan bahsediyoruz. % 50 seçmen desteği olan, ama % 100’ün Başbakanı olması gereken bir Başbakan.


Göstericilerin büyük çoğunluğunun demokrasi ve demokratlık konusunda sicillerinin bozuk olduğu bir gerçek. Kendi hayatlarına müdahale edilmesinden rahatsızlar, ama başakalarının hayatına müdahale etmeyi kendilerine görev addeden de onlar. “Bana karışma, ama ben sana karışırım, zira ben her şeyin en doğrusunu bilirim” yaklaşımında olanlar o kadar çok ki. Aslında özgürlükler konusunda en son söz etmesi gerekenler onlar. Demokrasiyi bile kendi lehlerine olmadığı zaman gereksiz gören, zaman zaman orduyu ve başka vesayet kurumlarını müdahale için göreve çağıranların demokratlığından şüphe etmemek mümkün mü? Hele hele ortalığı yakıp yıkan, milyonlarca insanın onyıllarca öldürüldüğü, sürüldüğü ve baskı altında tutulduğu rejimleri öven pankartlar açan bir güruh demokratlık ve demokrasi hususunda ne kadar inandırıcı olabilir?  Ancak bu onların özgürlük taleplerine kayıtsız kalmak anlamına gelmemelidir. Demokrasilerde demokrat olmayanlara da özgürlük vardır. Yeter ki şiddete baş vurmasınlar.


Bütün bu olaylardan çıkarılması gereken en önemli sonuç, herkesin kendisini güvende hissedebileceği bir ülke tesis edilmesi gerektiğidir. Bunun yolu da herkesi kucaklayan bir Anayasa ile mümkündür. Öyle bir Anayasa ki, herkese eşit mesafede olan, hiç bir ideolojinin öne çıkmadığı, temel insan haklarının esas alındığı demokratik bir Anayasa. Böyle bir Anayasa’yı AK Parti’nin istediğini biliyoruz, şimdi meydanlarda özgürlük haykıranların da aynı kararlılıkla böyle bir Anayasa için çaba sarf etmeleri gerekir. Korkum odur ki, onlar böyle bir Anayasa istemiyorlar. Hatta onlar kendilerinin egemen olacakları bir Anayasa’dan yanalar, tabii bir Anayasa istiyorlarsa. Niyet okumuyorum, kendileri söylüyorlar! Zaten sözcülerinin yeni bir Anayasa gibi bir kaygılarının olmadığını işittik. Onlar 3. Köprüyü, Kanal İstanbul’u, 3. Havaalanını istemediklerini beyan ettiler!!!


Ahmet Suat Arı


Not: Bu yazı şahsi görüşümü yansıtır. Temsil ettiğim hiç bir kurumu bağlamaz.