ster Libya, ister Suriye, isterse İran olsun, Türkiye’de bu konularda yaşanan tartışmalardan ve atılan fiili adımlardan, dış politikamızın artık bir “iç”, bir de “dış boyutu” olduğu anlaşılıyor.
“İç boyutunda” Başbakan Erdoğan’ın Suriye bağlamında yenilediği Batı karşıtı “anti-emperyalist” söyleminde görüldüğü gibi, “popülizm” hâlâ ağır basıyor. Ancak dış boyutu, yani asıl geçerli olan boyutu açısından bakıldığında, Libya ve Füze Kalkanı örneklerinde görüldüğü gibi, “gerçekçiliğin” ağır basmaya başladığı görülüyor.
Bu ikilemin son örneğine Erdoğan’ın, Suriye bağlamında, aralarında Fransa’nın da bulunduğu “petrole susamış güçleri” isim vermeden suçlamasıyla tanık olduk. Zira, Erdoğan’ın İstanbul’da bu sözleri sarf ettiği sıralarda, Fransa Dışişleri Bakanı Alain Juppe ile Dışişleri Bakanı Davutoğlu Ankara’da Suriye’yi ele almaya hazırlanıyorlardı.
İki dışişleri bakanı arasında yapılan görüşmeden sonra, Suriyeli muhalifleri destekleme konusu başta olmak üzere, Türkiye ile Fransa’nın birçok hususta mutabakata vardıkları bildiriliyor şimdi.
Özetle, Şam’dan Davutoğlu-Juppe görüşmesine bakan birisinin, “Ülkemizde hüküm sürmüş eski emperyalist güçler kafa kafaya vermişler, geleceğimizi saptamaya çalışıyorlar” diye düşünmesi şaşırtıcı olmamalı.

Sevinenler ve eleştirenler
Öte yandan bugün -üstelik ironik bir şekilde- bir yandan ABD, diğer yandan Suriyeli Müslüman Kardeşler, Türkiye’ye Esad’a baskı konusunda “liderlik rolü” biçmeye çalışıyor olsalar da, Ankara’nın Şam’a karşı tek başına yapabileceği fazla bir şey yok aslında.
Nitekim, dış politikamızın “iç boyutu” açısından sıkıntı yaratmış olsa da, Türkiye’nin Libya konusunda da sonunda NATO’yla uyumlu hale nasıl geldiğini gördük. Bu arada hükümet, “Füze Kalkanı İran’a karşı değil” diye ısrar ediyor. Fakat Türkiye’nin sonunda bu projeye de dahil olması, uzun vadeli savunması açısından Ankara’nın nükleer başlıklara ve balistik füzelere sahip bir İran’ı göz ardı edemeyeceğini gösteriyor.
Öte yandan Arap Birliği’nin Suriye’nin üyeliğini askıya almaya hazırlanıyor olması da Ankara’nın işine geliyor. Türkiye bu sayede, Suriye’ye karşı “çok taraflı diplomasi” tercihine uygun olarak, Müslüman Arap ülkelerle birlikte çalışma ve aynı zamanda bölgesel profilini yükseltme fırsatını yakalamış oluyor.
Ancak buradaki durumu da iyi anlamak gerekiyor. Bizde bazıları bu gelişmeye “zalimlere karşı Müslüman dayanışması” diye bakıp sevinirken, tersten bakan bazıları, “Arap Birliği üyeleri çok mu demokratlar da Suriye için demokrasi istiyorlar” diye eleştiriyorlar.
Ancak nesnel ve gerçekçi açıdan bakıldığında bu iki bakış açısındaki temel yanılgı hemen sırıtıyor. Zira Suriye’ye karşı birleşen Arap rejimlerini güden ne “demokrasi arzusu” ne de “insani boyuttur”.
Bu rejimler Esad’ı, zaten gergin olan Ortadoğu’yu herkes açısından kökünden istikrarsızlaştırdığı için gözden çıkardılar.

Nesnel ve gerçekçi zemin
Başka bir deyişle, “statükoyu koruma” adına Şam’a karşı döndüler. Bu arada, başta Suudi Arabistan olmak üzere, Arap Birliği üyelerinin en önemlilerinin, Erdoğan’ın “emperyalist”  diye suçladığı güçlerle birlikte çalıştıklarını da tekrar hatırlamakta yarar var.
Sonuçta AKP iktidarının popülizm yoluyla kamuoyumuz nezdinde yaratmaya çalıştığı hava ne olursa olsun, dış politikamızın bir yıl öncesine oranla çok daha nesnel ve gerçekçi bir zemine oturmaya başladığını örnekleriyle görüyoruz.
Bu zemin ülkemizde hem sağdan hem de soldan birçok kişiyi elbette ki rahatsız ediyor.
Ancak yaşadığımız ve çok sayıda “siyasi mayın tarlasını” barındıran çevremiz açısından bakıldığında, Türkiye için başka bir seçenek yok. Ne yazık ki, normatif değer yargılarına uygun bir coğrafyada yaşamıyoruz.

Daha kötü olabilir
Kaddafi’nin sonu bile burada hâlâ “göze göz, dişe diş” anlayışının geçer akçe olduğunu gösterdi. Özetle, Arap Baharı’ndan hâlâ Ortadoğu için eskisine oranla çok daha kötü durumlar ortaya çıkabilir. Hal böyle olunca, dış politikada planlamanın gerçekçi senaryolara göre yapılmasının gereği daha da belirginleşiyor.