İKİNCİ Dünya Savaşı’nın galipleri, dünyanın yeni şeklini, yeni düzenini tasarlamak ve ilan etmek üzere Yalta’da buluşmuşlardı. 1945 yılının şubat ayında “Özgürleştirilmiş Avrupa Deklarasyonu”nu ilan etmek üzere Yalta’da bir araya gelen devletler, bu konferanstan kısa bir süre sonra ikiye bölünen, bloklarla ayrılan bir dünyayı kucaklarında buldular ya da böyle bir dünyaya sebep oldular.

Yalta’nın bu meşhur, tarihi önemi haiz Livadia Sarayı bu kez, kendisini “bloklar dışı” olarak gören ve NATO üyesi olmakla ilgilenmeyen Ukrayna’nın AB perspektifiyle ilgili bir toplantıya ev sahipliği yaptı. Hem de yine 1945’tekine benzer şekilde, dünya yeni dengelerin eşiğinde iken. Başbakan Erdoğan, Yalta’da yaptığı konuşmada bölgenin bu kadar önemli olaylara şahit olduğu bir süreçte, “AB’nin güçlü kalması ve olumlu anlamdaki dönüştürücü etkisini muhafaza etmesi büyük önem taşıyor” diyerek Avrupa Birliği’ni oluşturan değerler sistemine reverans yaptı, ama sitemini de esirgemedi. Avrupa’da yükselen ırkçılığı ve İslamofobi’yi hatırlatmadan geçmedi. Geleceği kuracak olanın vatandaşlık esasına dayalı demokratik toplumlar olduğuna vurgu yaptı, ama vatandaşlık esasına dayalı demokratik toplumların üzerlerine düşen sorumluluğu yerine getirip getirmediklerini de sorguladı; Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki değişimin tüm dünyayı etkileyecek sonuçları olduğunu hatırlatarak. Dünya çok uzun bir süre eşitlik/kardeşlik söylemini-idealini ortaya koyan Sovyetler ile onu dengelemek üzere demokrasi/özgürlük diskurunu dolaşıma sokan ABD arasındaki soğuk savaşa sahne oldu. Sovyetler’in dağılmasıyla birlikte geçen süreç tek kutuplu dünyanın da gül bahçesi vaat etmediğini kanıtladı. Derken Çin, komünizmin içinden, piyasa ekonomisini icat eden dünya devi ABD ile rekabet edebilecek kadar güçlü bir ekonomi çıkardı.

Rusya kâr amacıyla şekillenen bir dünya düzeninin karşısına dikeceği yeni bir retorik üretemedi, ancak buna “rağmen” oyuna geri döndü. Çünkü, özgürlük ve demokrasi eşittir serbest piyasa, o da eşittir güçlü ekonomi, o da eşittir güçlü ülke denklemi o kadar da sağlam bir denklem değildi. Demokrasi karnesi hiç de iyi olmayan ülkelerin parası, gazı ve malları dünyayı dolaşmaya devam ediyor. Öte yandan ABD’nin çıkarlarına ve ekonomik menfaatlerine moral zemin bulabilmek için promosyon olarak kullandığı demokrasi fikrini “beklenmedik bir şekilde” sahiplenen ve şimdi gayet sahici duygularla demokrasi ateşiyle yanıp tutuşan Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri ise bu özlemlerin hızla güvenlik sorununa ve şiddet sarmalına dönüştüğünü idrak ediyorlar. “Demokrasi” fikrinin kusursuzluğu, satıcılarının ahlaksızlığı yüzünden yara aldı, ama demokrasi idealinden vazgeçmek mümkün olmadığı gibi uğruna mücadele verenlerin açtığı cepheler giderek artmakta. Ulusal egemenlik fikri bu egemenliği vesayete dönüştüren azınlık oligarşileri yüzünden yara aldı; ancak egemenliğin iç dinamiklere, yani halka, ulusa dayanması gerektiği konusu hiç de tartışmalı bir mevzu değil. Kimi yerde daha düşük, kimi yerde daha yüksek dozda yaşanıyor olsa da bugün Avrupa’da bile gözlemlenebilecek bir olgu var.

O da demokrasi ve özgürlük ihtiyacının, düzen, istikrar ve güvenlik ihtiyacıyla ciddi şekilde sınandığı. Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın tespit ettiği gibi, ekonomi globalleşirken, politikaların ulusallaştığı... Geleceğin dünyası bu iki ihtiyaç türünün çarpışmasından sağ kalan hangi değerler ise onların melezlenmesinin üzerinde yükselecek.

“Ya o ya o” düzeni bitti; “hem o hem o” düzenine geçiliyor. Din sekülerizmle; bireye vurgu yapan anlayış cemaat ve grup kimliğiyle, güçlü toplum, güçlü devletle, ahlak ve etik ihtiyaçla, maddi menfaat-kâr elde etme amacı manevi duyguların yönlendirdiği bağış/yardım organizasyonlarıyla, çoğulculuk, istikrar gerekliliğiyle, özgürlük düzen anlayışıyla daha çok karşı karşıya gelecek, ama hiçbiri salt kendisi kalarak terk edemeyecek alanı.
Aynı mantıkla hiçbiri sadece biri olamaz, tek bir değerler sistemi, tek bir blok, tek bir müttefikle de yetinilemez artık.

(Haber türk gazetesinden alınmıştır)