Bu haftaki öykünün özellikle başlangıcı gençlere gerçekten masal gibi gelecek..Bir pirinç tanesini arayan babaanne…Oysa ben ve benim büyüklerim yani genelde ikinci dünya savaşını ve sonrasını yaşayanlar çok iyi hatırlayacaklar bu ve benzer olayları…Ne çocuklarım, ne torunum tersyüz edilmiş ceket giymeyi,küçültülmüş giysileri,pençe yapılmış ayakkabıları-gizli pençesi de vardı bunun…daha makbuldu pek anlaşılmadığı için yeniden altının değiştiğini ayakkabının-….Hatta aynı renkte kumaşla itina ile yamanmış pantolonları,çorapları,..Sokakta yerde görülen ekmeklerin “nimet” tir diyerek temiz tarafından öpülerek bir duvar kovuğuna konulmasını…Tabakta yemek bırakmanın “günah”“olduğunu ve yemeklerin arkamızdan ağlayacağını…İyi ki de bilmiyorlar ve de bilmesinler…Ama tabakta bırakılan yemeğe muhtaç olan milyonlarca çocuğun olduğunu hatırlatıyoruz gene de…Hatırlatmaya da devam edelim…Eskiler “Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin “ derlerdi..Aşağıdaki öykü internetten..Ahmet Suat Gönüç göndermiş..Sağ olsun..Önemli dersler var içinde..Şimdi gelin hep birlikte okuyalım…
“Beş yaşında idim.
Rahmetli babaannem pirinç ayıklıyordu.
Bir tane yere düştü.
Babaannem eğildi,
aramaya başladı.
Sağa bakıyor, sola bakıyor, bulmaya çalışıyordu .
Çocukluk iste,

-Aman babaanne dedim.
- Bir pirinç tanesi için bu kadar caba harcamaya, yorulmaya değer mi?
Rahmetli ilk defa sertleşti bana karsı, öfkeyle doğruldu.
-Sen oturduğun yerden ahkam kesiyorsun, ' dedi.
- Hiç pirinç üretilirken gördün mü? İnsanlar ne kadar zorluk çekiyorlar. Bir pirinç tanesinde kaç insanin göz nuru, alin teri, emeği, çilesi var biliyor musun?'
Utancımdan kıpkırmızı olmuştum.

Aradan yıllar geçti.
Hukuk Fakültesinde öğrenciyim.
Alain'in proposlarini okuyorum.
Birden irkildim.
Babaannemi hatırladım.
Alain, bir insan yerde bir iğne görüp de eğilip almazsa, bütün uygarlığa
karsı ihanet etmiş olur diyordu.
İlave ediyordu.
Bir iğnenin üretiminde binlerce insanin alin
teri, göz nuru, el emeği vardır diyordu.

On dokuz yıl evveldi.
Stockholm'e gitmiştim. Bir otele indim.
Geceydi. Sabahleyin, tras olmak i cin
lavaboya gittiğimde, aynanın yanında ilginç bir not gördüm.
'Lütfen traştan sonra jiletinizi çöpe atmayın,
yanda bir kutu var oraya bırakın, bir tek jiletle dahi olsa, Isvec
çelik sanayisine yardımcı olun' diyordu.
Doğrusu hayretler içinde kaldım.
Çocukluğumdan beri çelik eşya denince akla Isveç çeliği gelir.
Birçok eşya üzerinde' Isveç çeliğinden yapılmıştır' diye yazardı.
İşte o ülke, kullanılmış bir tek ufacık
jiletin bile çöpe gitmesini istemiyor, ona sahip çıkıyor,
gelen turistlere rica yollu uyarıda bulunuyordu.

Isvicre'de zaman, zaman, belli periyotlarda radyolar, televizyonlar bir haberi duyurur.
'Şu tarihte, şu saatte, adamlarımız gelecek.
Siz lütfen hazırlığınızı yapın. Okumadığınız, ilgilenmediğiniz, kullanmadığınız ne kadar kitap, dergi, gazete varsa,
kağıt, ambalaj, kutu varsa, velev ki, bir ilaç prospektüsü dahi olsa,
kapının önüne koyun. Isviçre'nin kalkınmasına yardımcı olun. Fazla
ağaç ziyanına engel olun.'

Japonlar son derece sade, basit, yalın mütevazi yasayan insanlardır.
Evlerini mobilya ile eşya ile dolduranlar Japonlara göre ruhen tekamül edememiş,
hayatin manasını anlayamamış, zavallı kimselerdir. .
Böyleleriyle; evini mezat salonuna cevirmiş zavallı, diye eğlenirler.
Bir insanin gösteriş için eşyanın esiri olması ne kadar acıdır.
Vaktiyle Japon ekonomisi darboğazdan geçiyor. Iç borçlar, dış borçlar gırtlağı aşıyor.
Zamanın başbakanı meclisi toplar.
Kürsüye çıkar.
Durumu olanca açıklığı ve tehlikeleri ile anlatır ve;

-Şu andan itibaren der,

-Tanrı şahidim olsun ki, Japonların iç ve dış borçları son kurusuna kadar ödenmeden,
pirinçten başka bir şey yemeyeceğim.
-Su üstümdeki elbiseden başka elbise giymeyeceğim.
Dediklerini yapar, en üstten en alta bir israftan kaçınma kampanyası açılır.
Japonya bütün borçların öder. Bu durumun toplumun
bütün kesimlerini, tek istisna olmadan
kapsadığını söylemeye gerek yok.
Geçenlerde Japon imparatorunun sarayını gördüm.
Yarabbim, ne kadar sade, ne kadar mütevazi, ne kadar gösterişten uzak...”


*Gerekmediği halde elektriği yakmakla, suyu kapamadan bos yere akıtmakta,
gece çamurlu ayakkabılarımızı temizlemeden yatmakla,
yemek yediğimiz kapları yıkamadan bırakmakla biz de zalimler sınıfına geçmiyor muyuz?

*Hayat çok ince, akıl almaz incelikte ipliklerle örülmüştür.
Her şey o kadar birbirine bağlıdır ki,
İlk okul okuma kitabımızdaki bir sözü hiç unutmadım.

Bir mıh bir nalı kurtarır.
Bir nal bir atı, bir at bir komutanı,
Bir komutan bir orduyu,
Bir ordu bir ülkeyi kurtarır diyordu..

Maddi durumumuz ne olursa olsun,
ister zengin olalım ister fakir, hepimiz çok dikkatli olmak zorundayız.
Burada parayı da, maddiyatı da aşan büyük bir edep ve incelik vardı.”


(Star Kıbrıs'tan)