Hüseyin SARIKOÇ'un söyleşisi

Mühendis ve akademisyen olmasına rağmen İsmail Bilgin, tarihle ilgilenen ve bu alanda ciddi eserler kaleme alan bir isim.

Yazı hayatına hikaye ile başlamış. Ardından da çok zor olan bir sahada bu yolculuğuna romanla, Çanakkale Muharebeleri ile devam etmiş. Bu savaşlar, bir yandan milletimizin direnme gücünü göstermiş. Diğer yandan ise İtilaf Devletlerinin yapmış oldukları planların kolay kolay hayata geçmeyeceğini, geçirilemeyeceğini ortaya koymuştur.

Bilgin, eserlerini kaleme alırken, sadece Çanakkale gibi zaferlerle ilgilenmemiş; yakın tarihimizde facia olarak anlatılan  Balkanlar ve Sarıkamış’ı da inceleyerek bize roman olarak sunmuştur.

Ayrıca günümüzde hiç konuşulmayan Medine Müdafaası ve Fahrettin Paşa’yı bize yeniden hatırlatan bir eser yazmış. Bununla da yetinmemiş. Geleceğimizi inşa edecek olan gençlerimize, sitcom anlayışında, televizyonlarda yer alan dizileri tarih zannetmemeleri gerektiğine işaret ederek, İbni Sina, Biruni, Piri Reis, Harizmi, Cabir Bin Hayyam, Mimar Sinan, Ali Kuşcu  Cezeri, Akşemsettin ve Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi bilginlerimizin de var olduğunu hatırlatmış. Ayrıca Kurtuluş Savaşında kahramanlık gösterenleri, yirmi kitap ile gençlerimize anlatmıştır.

Zaman zaman bir araya geldiğimizde, sohbetimiz özellikle iki asırdır değişmeden gündemizde yer alan hususlara işaret ederek, gelecek üzerinde yoğunlaşır. Tekrar bir araya gelmek için, kapıyı açık bırakarak her defasında  ayrılırız. ..

İsmail Bilgin ile bir süre önce buluştuğumuzda, bana yeni kitabını uzattı.  Timaş Yayınları asında yer alan ve 5.9.2012 tarihinde şahsıma imzalanan bu kitabın adı: “Osmanlılar Geliyor. Horosan’dan Söğüt’e Kutlu Göç”

Kitap sahasında bir ilk olma özelliğini, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş öncesini ele alması ile ortaya koyuyor. Ve Kayı Boyu’nun Söğüt’e gelene dek meşakkatli yolculuğunu, kaynaklara dayanarak bize anlatıyor.

Dede Korkut diliyle bu yolculuğu bize anlatan kitabın arka kapağında yer alan şu satırları özellikle sizlerle paylaşmak istedim:

Kalemiyle bu topraklar uğruna  mücadele vermiş atalarımızın hislerine tercüman olan İsmail Bilgin, okuyucularını bu defa  Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna misafir ediyor. Osmanlılar Geliyor, asırlar boyu yaşayan bir medeniyet ağacının filizlendiği yılları, yolları, yerleri anlatan, her şeyin başladığı  Kayı Boyu’nun hikayesini dile getiren destansı bir tarihin  romanı…

İlk hikayeden son kitaba dek, İsmail Bilgin’le yaptığımız sohbeti ilginize sunuyorum.

YAZMAK VE PAYLAŞMAK  BENİ MUTLU EDİYOR

Siz mühendis kökenli bir akademisyensiniz. Edebiyatla haşır neşirlik nereden ileri geliyor?

Teşekkür ederim. Bana en sık sorulan suallerin başında geliyor bu konu… Efendim çocukluğumdan beri okuma ve yazmaya karşı merakım, hevesim vardı. Bu özelliğimi öğretmenlerim de tespit etmiş ve beni teşvik etmişlerdi. İyi kompozisyon yazardım. Yazılarım okul panosuna asılırdı. Bu beni yazmaya ve okumaya karşı özendirirdi. Yazın bostan beklerken, bir başıma tarlada yatıp kalkarken dahi pek çok kitabım baş ucumda dizili dururdu. Bu özellik hâlâ devam ediyor: Bugün bile baş ucumda daima kitap bulunur. Sonraları harçlıklarımı biriktirip kitap almaya, düzenli ve sürekli kitap okumaya başladım. Yazdığım denemeleri dergilere yollamaya başladım. Okuyucu köşelerinde değerlendirmeler olurdu… Bu böyle bir süre devam etti. İş dışında bugün de dahil, hep okumak ve yazmakla meşgulüm… Aslında bir Allah vergisi… Kabiliyet diye düşünüyorum. Kaldı ki yine bana sorarlar; yazı eğitimi aldın mı veya bir yazarın yönlendirmesinde mi çalıştınız diye. Hayır hiçbirisi değil tamamen kendi kendime ve çok okumanın neticesinde yazıya başladım. Bardağın damla damla dolup taşması gibi bir şey… Yazmak ve yazdıklarımı paylaşmak beni mesut ediyor. En sıkıntılı en dertli anlarımı hep yazmayla, okumayla atlatmışımdır. Benim için okumak kendini aramak, yazmak da kendini bulmaktır. Çok sevdiğim bir söz vardır; “bulanlar da aslında hep aramaya devam edenlerdir.” Yani yolculuğumuz, kendini arama ve kendini bulma,  sağlığımız elverdiğince devam edecek inşallah…

Yanılmıyorsam ilk hikâyeniz “Beyaz Güvercin” yayınlandığında ne hissettiğinizi hatırlıyor musunuz?

Evet. Hiç unutmadım ki… O anki yaşadığım heyecanı, sevinci asla unutamam.  Defalarca okumuştum kendi yazdığım hikâyeyi… İlk defa geniş bir yayın organında (Türkiye Çocuk Dergisinde) yazım çıkıyordu. İnsanın cebinde parası olunca yürüyüşü bile değişiyor derler ya. Benim de o günlerde yürüyüşüm bile değişmişti(gülüşmeler). Bu hikâyeye Ressam Samim Utkun’un çizdiği çok güzel bir güvercin resmi vardı. Bekir Hazar hikâyede bol tasvir olduğundan söz etmiş, aslında daha heyecanlı olması için bu tasvirlerin azaltılması gerektiğini da belirtmişti. O zaman kendisi derginin spor sayfasını hazırlıyordu… Sıtkı Kazancı. Muammer Erkul ve siz dergide çalışıyordunuz… İyi bir kadro ve dergiydi…

Rahmetli Yalçın Özer bizim köyümüzde askerlik yapıyordu. Onunla tanıştım. Yazılarımı gösterdim. Bana kitap listesi verdi. Onların bazılarını okudum ve onun tavsiyesi üzerine Türkiye Çocuk’a gittim. Kısa bir dönem de amatörce çalıştım…

İlk sevincimi sizinle paylaşmıştım. İşte bu gibi anlar insanı yazıya bağlayan, heves ettiren, hırsını bileyen anlardır… Kaldı ki o dönemde bu kadar çok yayın organı yoktu. İletişim sınırlıydı. Şimdi insan kendini internette: hani sanal alem diyorlar ya kolay ifade edebiliyor…

HİKAYE İLE BAŞLADIM

İlk kitabınız, “Hasret Hikayeleri”, biraz bahseder misiniz.

Bu kitabın hikâyesi oldukça ilginç… Türk Edebiyatı Dergisi’nin klasik hale gelen Ömer Seyfettin Hikâye yarışmasında (2000 yılındaki) Depremi anlattığım, “Ne Oluyor Dendiği Zaman” adıyla bir hikâye yazmış ve birinciliğe layık görülmüştüm… O günlerdeki sevincimi tarif etmek imkânsızdı… Bir gün Mustafa Kutlu Hoca ile Divanyolu’nda karşılaştım. Kendimi tanıttım. “O hikâyeyi sen mi yazdın?” dedi ve beni tebrik etti. Tabii benim yürüyüşüm yine değişti. Eve nasıl geldim bilmiyorum…O günlerde Türkiye Gazetesinde Mehmet Nuri Yardım röportaj yapmıştı benimle. Daha sonra kitap çıkarma teklifi yapıldı. Ancak kitap hacmini dolduracak kadar hikâyem yoktu. Türk Edebiyatı Dergisi’nde yayınlanmış üç-beş hikâyemi derledim. Daha sonra kısa sürede bulunduğum yörede çocukluk yıllarımdan hareketle bazı otantik hikâyeler yazdım. Ve kitap bu şekilde oluştu.

Hikâyeler bir köy yerindeki insanların, dayanışmasını, gelenek ve göreneklerini, bazen mizahi bazen de samimi bir üslupla anlatmaktaydı.

Bu arada hikâyelerimi yayınlamaya değer gören, dergide yayınlanmasını sağlayan merhum Ahmet Kabaklı’ya  bu vesileyleAllah’tan rahmet,  o zaman ki yazı işleri müdürü Gazi Altun’a uzun ömür dilerim. El yazısıyla yazdığım(bir daktilom bile yoktu),postayla gönderdiğim hikâyeler dergide yayınlandı. Hiç aracısız… Bu, insanın kendine güven duymasını sağlıyor…Zamanın en önemli edebiyat dergisinde üniversitede okuyan, edebiyata hevesli bir gencin yazıları yayınlandı…

Sonra yakın tarihimizde çok önemli bir yeri olan Çanakkale... Neden Çanakkale ile romana başladınız?

Cahiller cesur olur derler… Tamamen cehaletten. Hatta hiç unutmam eşim bile beni uyardı; “sen hikâyecisin. Roman yazmaya nasıl cesaret ediyorsun, boğulursun. Seninle alay ederler.” dedi.

Efendim Gelibolulu olduğum için küçüklüğümden beri Çanakkale Savaşlarına dair hikâye ve menkıbeyi çevrenizden dinliyorsunuz. Bir Çanakkale gazimiz vardı. Ama ben işin farkında olana dek rahmetli oldu. Onunla konuşamadım diye çok hayıflanırım.  Ancak bazı şeyler belli bir yaştan ve belli bir eşikten sonra mümkün olabiliyor. Her neyse…

Ben Çanakkale ile ilgili ne bulursam okuyordum. Ama o dönemde kitap yazma fikrim yoktu… İlk önce Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun üç ciltlik “Geldiler, Gördüler, Döndüler”serisi çıktı. Ardından da Mehmet Niyazi Hoca’nın “Çanakkale Mahşeri… “, son kitap bu konuda öncü oldu, okuyucu nezdinde ilgi gördü. Ama yabancılardaki Çanakkale ile ilgili kitaplar bir kütüphane hacminde iken bizde ise onlarca idi. Bu beni çok düşündürdü, etkiledi.  Ve öyle kamçıladı ki; “Ben de yazarım, bir Gelibolulu olarak yazmalıyım.” dedim. Bir arkadaşım “Çanakkale’de her şey bölük pörçük anlatılıyor. Şöyle baştan sona olayları anlatan bir kitaba ihtiyaç var.” dedi.Arkadaşıma  ‘’Ben bunu yaparım.‘’ dedim. Oturdum, o günün mevcut kaynaklarını taradım. Kendime göre bir kurgu hazırladım. Büyük bir hırsla sabahlara kadar yazdım. Sabah olunca işe gittim. Neticede kitabı bitirdim. İlk saldırıdan (3 Kasım 1915’ten 24.05.1915) kara savaşlarına dek olan dönemi anlatır. Kitabın elbette kalitesi, dili vb tartışılabilir. Hâlâ da öyledir. Ama ben çok mutluydum. Çünkü Çanakkale kitaplığına bir kitap kazandırmıştım. İlk baskıda öyle hatalar yapmışım ki sonra Dr. Tuncay Yılmazer ile oturup düzeltmeler gerçekleştirdik. Kaynaklar arttıkça kitabı yeniden gözden geçirdim. Hala da gözden geçirmeye ihtiyaç var diye düşünüyorum… Çünkü o dönem doğru bildiğinizin daha sonra yanlış olduğunu görüyorsunuz. Bunun tersi de söz konusu oluyor…

Belli bir süre sonra Çanakkale kitapları peş peşe yayınlanmaya başladı. Çok şükür piyasada pek çok Çanakkale kitabı var… 

ÇANAKKALE RUHU DOĞRU YANSITILMALI

Son yıllarda Çanakkale gerek çekilen film, gezi ve yayınlanan kitaplarla bir hayli gündemde.  Bu yapılanlarla Çanakkale ruhu gerçekten yansıtılıyor mu?

Evet, gündemde. Bu sene beş film çekiliyormuş. Belediyelerin halka ücretsiz bir şekilde hizmeti var. Pek çok makale pek çok kitap yayınlanıyor. Yayınlanacak elbette… Ancak belli bir süre sonra yapılanlar birbirini taklit ediyor. Yeni bir şey yazmak için araştırma gerekli. Özellikle internetin sağladığı kolaylık, oradaki bilgilerin doğruluğunun sorgulanmaması bilgi kirliliğine sebep oluyor.  Bunun neticesinde yapılanlar gerçek amacının dışında kalıyor.  Dolayısıyla o ruh, o şuur kayboluyor. Tekdüzeye dönüyor… Çanakkale Ruhu’nu; olmazı başarmak, vatan millet için ölümü göze almak demek, hiçbir güç ve zorluk karşısında yılmamak bunun için elinden gelen her şeyi yapmak ve canını severek vermek diye özetleyebiliriz. Bu özellik kitaplarda, sinemalarda,  gezilerde vurgulanıyorsa (ki bu gittikçe azalıyor) Çanakkale Ruhu yaşatılıyor diyebiliriz. Gezilere katılan biri Seddülbahir’de “Oh ne güzel deniz, yeşil orman, temiz hava, piknik” diyorsa gezi olur. Ancak orada sadece Ertuğrul Koyunda 4.650 adet top mermisinin patladığını, o cehennemvari tabloda askerlerin nasıl savaştığını düşünmesi lazım. Arıburnu’nda 19 Mayıs saldırısında, İtilaf Kuvvetlerinin sadece 948.000 adet makineli tüfek mermisi kullandığını, üç saniye sonra şehit olacağını bilenlerin olduğunu, şehit olacakların asla ama asla endişe ve korku içinde olmadığını bilmesi lazım. Bu vatan için nelerin yapıldığını, kendisinin ne yaptığını sorgulaması lazım. Çanakkale’ye gittiğimiz gibi dönüyorsak Çanakkale Ruhu bizde yok demektir… Ama Mayıs ayında açan gelincikleri bile şehitlerimizin, gazilerimizin göz göz kanayan yaralar olduğunu düşünen birine rüzgâr, dalgalar ve o topraklar çok şey söyler. Yunus’un dediği gibi;

“Göz odur ki Hakk’ı göre,

Gündüz gören göz göz değil…”

 

Bir de savaş alanları tartışması var. Günümüzdeki savaş alanları ile ilgili  yapılan düzenlemeler hakkında ne söylemek istersiniz?

Küçüklüğümde gittiğimizde bakımsız, zaman zaman kemiklere rastladığımız, koyun/inek ağılı olarak kullanılan yerler görüyorduk. Bazı yerleri çöplüktü… Sonra 1990’larda düzenlemeye gidildi. Bunun için çok geç kalmıştık. Yabancılar tüm mezarlarını 1925 yılında bitirmişlerdi.

Yapılan işlerin iyi niyetinden şüphemiz yok. Ancak dikkat çeken betonlaşma var. Halbuki bunlar doğaya uyumlu yapılabilir. En önemlisi elimizde o dönemde yapılmış 1/5.000 ölçekli haritalar var. Şevki Paşa’nın... Tel örgüler nerede, siperler, hendekler, bağlantı yolları, su kuyuları, patikalar, yollar, mezarlar, şehit kabristanları vb pek çok şey biliniyor, yarımada bu haritaya göre o döneme uygun olarak yeniden düzenlenmelidir. En doğrusu da budur. Sembolik mezarlardan, siperlerden kaçınmak gerekli. 57. Alay Şehitliği dahi sembolik. Gerçek yerinde değil. Her şehitliğin gerçek yerini biliyoruz. Onları düzenlemek daha gerçekçi…

Bir de şunu hatırlatayım, bazen yabancı mezarların orada ne işi var deniyor. O mezarlar elçilik toprağı gibidir. Onlara, bırakın kaldırmayı, bir çivi bile sökemezsiniz. Lozan Antlaşması ile de güvence altındadırlar (Antlaşmanın 124-136 maddeleri…)

Kara şavaşlarını  anlattığınız Gelibolu kitabını ana hatları ile ele alırsak neler söylemek istersiniz?

Bir bütün halinde Çanakkale Cephesi’ni anlatmak istediğimi ifade etmiştim.  Gelibolu kitabımda kara muharebelerinin başlaması ve İtilaf Devletlerinin çekilmesine dek geçen süreci anlatmaya gayret ettim. Ancak bu iki kitabın, tekrar söylüyorum yeniden gözden geçirip genişletilmesi elzemdir. Yeni bilgiler edindikçe, ortaya çıktıkça bu bilgilerin okuyucuya ulaşması önemlidir… Bunu da yayıncı ile olan sıkıntılarımızı giderdikten sonra yapabilirim.

SARIKAMIŞ SAÇLARIMI BEYAZLATTI

Yine yakın tarihimizde çok önemli yeri olan ve tartışılan Sarıkamış... Neden Sarıkamış?

Neden Sarıkamış mı?... Çok bilinmediği, hatırlanmak istenmediği, tek düze bilgi ve adeta sloganlaşmış bilgilerin tekrarlandığı bir Sarıkamış vardı. Ben de öyle biliyordum. Ama açıkçası araştırmaya başlayınca yine Çanakkale konusunda olduğu gibi bilgi kirliliği olduğunu gördüm.

Yeri gelmişken Sarıkamış’ı gündeme taşıyan, bu uğurda büyük özveri ile çalışan, bana destek olan, düzenleyecekleri geziye davet eden Sayın Hocam Prof. Dr. Bingür Sönmez’e bir kez daha müteşekkir olduğumu belirtmek isterim. Sabaha dek hastanedeki odasında bana olayı anlatan,  kaynaklar gösteren,  veren hocamın kitabımda emeği çoktur… Bir kez daha teşekkür ederim…

Sarıkamış bir yenilgi. Hezimet düzeyinde… Çok yürek burkan sahneler yaşanmış. Bunları kitabımda anlattım. Ama saçlarımı beyazlatan kitap oldu “Sarıkamış-Beyaz Hüzün”… Yenilgi de olsa; bir kırık ümide tutunarak, her türlü imkânsızlık içinde Sarıkamış’a yürüyenleri, çarpışanları, donan askerlerimizin hatırasını yaşatmalıyız diye düşünüyordum. Onlar birer kahraman… Sadece düşmana karşı değil, soğuğa, dağlara bile meydan okuyan kahramanlar…

Kitabı yazarken onlarca kaynak incelediniz. Sarıkamış başarısız bir harekât mı?

İncelediğim kadarı ile 28 Aralık 1914 tarihinde Sarıkamış’ın üst mahallesi ele geçiriliyor. Ancak takviye gelmiyor. Bunun tam aksine Ruslar kolayca demiryolundan takviye getiriyorlar. Sizin ise Ankara’dan sonra demiryolunuz bile yok. Kağıt üzerinde çok iyi hazırlanmış bir plan olarak bahsedilir Sarıkamış Harekâtı’ndan. Ama kağıt üzerinde…

Maalesef Sarıkamış başarısız olunan bir harekâttır. Öyle olsaydı böyle olsaydı demek bundan sonra beyhudedir. Çünkü tarihte olanlar değerlendirilir. İhtimaller, varsayımlar değil…

Sarıkamış’ta başarılı gece taarruzları yapılıyor, çarpışmalar yaşanıyor. Yani doksan bin kişi tek kurşun atmadan dondu demek çok klişe bir söz… Öyle değil…

Tekrar Çanakkale’ye  dönersek...“Çanakkale Destanı”  adıyla yayınladığınz kitapla, bilinmeyen neleri anlatmak istediniz?

Bilinmeyenlerden çok, ele alınmayan, gündeme getirilmeyen diyelim… Oradaki askerimizin merhametinden örnekler, komutanlarımızın yaptıkları, bazı bilinen ve bu yanlışların ısrarla tekrarlandığı konuların doğrusunu bilebildiğim kadar anlatmaya gayret ettim. Rakamlardan örnekler verdim. İtilaf Devletlerine ait bazı konuları da ele aldığım değişik bir kitap oldu.

Çarpıcı bir örnek anlatır mısınız?

Kara savaşları sırasında karşılıklı hücumlar yapılırken, on milyonda bir ihtimal olan mermilerin havada çarpışması vuku bulmuştur. Bazı kesin olmayan bilgiye göre çarpışmaların en kanlı safhasında yere düşen (Gelibolu Yarımadası ölçeğinde) 1.500, metrekareye ise (muharebenin olduğu yerdeki) 6.000 adet mermi düşmüştür.

SAFİYE HÜSEYİN ADI YAŞATILMALI

Buradan Safiye Hüseyin’e geçersek… Safiye Hüseyin kimdir? Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Safiye Hüseyin Osmanlı Deniz Ataşesi Ahmet Paşanın kızıdır. Babasının görevi sebebiyle Avrupa’ya sık sık gider. Yabancı dil öğrenir. Balkan Harbi’nde hastabakıcı kurslarına katılır. Kadırga Hastanesi’ne başhemşire olarak tayin edilir. Çanakkale Savaşı’na gönüllü katılır. Cepheye gider. Oradaki hastanelerde görev yapar. Yaralı taşıyan vapurla İstanbul’a gelir. Ardından mütareke döneminde yurt dışındaki öğrencilerimize ödenek götürür. Hemşire okulunu kurar ve dersler verir. Pek çok yurt dışında kongreye katılır. Hiç evlenmeden 1964 yılında hemşirelerin kollarında vefat eder. İlk Türk hemşiresi olarak kabul edilir.

Yanılmıyorsan Safiye Hüseyin ile ilgili bir kampanya başlatmıştınız. Bu kampanya ne oldu?

Evet. 2007 yılında isminin yeni yapılacak bir hastaneye verilmesi için kampanya başlatmıştım. Bu konuda ne yazık ki başarısız oldum… Bu işe ön ayak olacakların dikkatini çekmeyi başaramadım. Demek ki iyi anlatamadım…

 Sadece iki sağlık ocağına ismi verildi. Neden, bu fedakâr, cesur, hemşireliği kuran, geliştiren bu kahramana karşı hâlâ vefa borcumuzu ödeyemedik. Yetkililerimizin neden dikkatini çekmiyor, yaptıkları takdir edilmiyor, bilmiyorum...

Ama yılmak yok. İsmi verilinceye dek ben anlatacağım… Elbet bir gün “Vefa İstanbul’da bir semt mi değil.” diyenler de çıkacaktır.

Bazen diyoruz ya kendi değerlerimize sahip çıkalım diye. Safiye Hüseyin de kendi değerimiz. Bu arada başka adlar olduğundan dolayı böyle bir şey yapalım demiyorum. Bu konuda önyargımız yok. Ancak “HEMŞİRE SAFİYE HÜSEYİN HASTANESİ”  mutlaka olmalıdır…

Çanakkale ile devam edersek “Çanakkale Günlüğü”.. hazırlama ihtiyacını neden hissettiniz?

Çanakkale anlatılıyor ama belli konular belli yerler belli kişiler ön plana çıkarılıyor. Kısacası bölük pörçüktü. Çok öncelerden beri aklımda şu vardı. Gün gün, hatta saat saat Çanakkale’de ne olmuş? Gerek Türk tarafında gerekse İtilaf Devletleri tarafında. Bunu bir bütün olarak ele almayı hayal ediyordum. Elime geçen, edinebildiğim, bulabildiğim sağlam kaynak diye tarif edebileceğim kitaplarda tarih avcılığına başladım. Yaklaşık 22 senelik bir emeğin ürünüdür Çanakkale Günlüğü… Hala da devam ediyor. Yeni çıkan, objektif, doğruyu anlatan, abartıdan uzak kitaplardan ne olduğuna dair çalışmam devam ediyor. Belki iki cilt olabilecek bir düzeye gelecek.  Bu konuda bu kadar hacimli ayrıntılı bir günlük ilk diye tahmin ediyorum. Ancak bunun da konunun uzmanları tarafından incelenmesi gerekir. Bunu kitabın önsözünde de belirtmiştim ama bugüne dek böyle bir incelemeye teşebbüs eden olmadı. Belki de incelmeye değer bulunmadı kim bilir…

 Aslında bu kitap ile ilgili bir hayalim var o da şu; bu çalışma iki cilt halinde, kuşe basılmış, görsel olarak daha da zenginleştirilmiş olarak ve İngilizce’ye çevrilse diye düşünüyorum. Hayırlısı, en önemlisi kısmet…

57. ALAY DOĞRU BİLİNMİYOR

Çanakkale konusu içerisinde, 57. Alay’ı geniş bir şekilde ve üçleme olarak ele almışsınız. Çanakkale, Galiçya ve Filistin… Her bir kitap ve ana konu alarak 57. Alayla ilgili nelere dikkati çekmek istersiniz?

Sondan başlayalım. 57. Alay Türk askeri tarihinde yeri müstesna olan bir alaydır.  Trablusgarp’ta, Balkan Harbi’nde, Çanakkale’de, Galiçya’da, Filistin’de ve nihayet Milli Mücadele’de önemli yararlılıklar göstermiştir. Biz 57. Alay hakkında ne biliyoruz; Çanakkale’de ilk günde hepsi şehit oldu. Sancağı düşman eline geçti. Avustralya’da sergileniyor. Bu kadar biliyoruz. İlk günde hepsi şehit olmadı. Hatta cephe sürecinin başından sonuna dek hepsi şehit olmadı. Sancağı düşman eline geçmedi. Filistin’de sancak imha edildi ..

İşte 57. Alay konusunda daha geniş bilgi verebilmek ve 57. Alay’ın neler yaptığını anlatabilmek için üçleme serisini yazdım. En azından Galiçya’ya oradan da Filistin’e gittiği biliniyor. Aslında Trablusgarp’ta, Balkan Harbi’nde ve Milli Mücadele dönemindeki 57. Alay’ı da yazmak lazım.

Son haberlere göre 57. Alay sinema filmi oluyormuş. İnşallah yanlış bilinenlere film diliyle de olsa cevap verilmiş olsun. Çanakkale ile ilgili sinema filmimiz yok derken, bu sene beş tane, yukarda da ifade ettiğim gibi Çanakkale ile ilgili film çevrildiği haberini aldık. Hayırlısı olsun bakalım.

Çanakkale faslını tamamlarken, bu alanda yeni çalışmalara devam edecek misiniz?

Çanakkale bir derya. Ucu bucağı olmayan bir konu… Devam etmeyi düşünüyorum. Ancak bilinmezleri, anlatılmayanları, yeni şeyleri çalışmak isterim. Ama buna zamanım ve ömrüm olur mu bilemem. Burada bir eleştiriye de sırası gelmişken cevap vereyim. Efendim siz romanlarınızda menkıbelere de yer veriyorsunuz. Çok da hamasi yazıyorsunuz. Ancak inceleme kitaplarında ve makalelerde bu yok deniyor.

Doğru… Yok. Romanda pek çok şeyi ele alabilirsiniz. Halkın ürettiği, yakıştırdığı menkıbeleri, hikâyeleri, olayları vb… Çanakkale Savaşı olmadı deyip bu konuda roman bile yazarsınız. Ancak inceleme ve makalede bunları ele alamazsınız. Kaynaklı yazarsınız. Kısacası olayın sadece o günkü fotoğrafını çekersiniz.

Hamasi mi yazıyorum?...Kendi ülkemin, milletimin, insanımın neler yaptığını, fedakârlıklarını yazıyorum. Bundan tabii ne olabilir ki? Bu eleştirilerin hamasi kelimesine sığınarak bir bulandırma, sulandırma işlevi gördüğünü düşünmüyor da değilim… Hamasi yazmaya devam… Vatan, millet, Sakarya, Allah, Peygamber derken sadece salt bu yönüyle yazılmıyor. kitaplarda hatalar, eksikler de irdeleniyor. Bu da göz ardı ediliyor herhalde…

ZAFER VE YENİLGİ TARİHİN İKİ GERÇEĞİ

Hatalar, eksiklerden söz açılmışken…Gördüğüm kadarıyla siz tarihimizin hep zaferlerini değil, yenilgilerini de ele almışsınız. Önce Sarıkamış ardında Balkanlar (kitap yayın sırasına göre). Elveda Balkanlar çalışmanızla neyi anlatmak istediniz? O günkü şartlarda imparatorluk içinde Balkanların önemi nedir?

Milletler tarihinde sadece zaferler, sadece yenilgiler yok. Ancak zaferlerimizden nasıl övünç duyuyor ve kutluyorsak, yenilgilerimizden de ders çıkarmamız lazım. Bu yüzden yenilgilerin sebepleri incelenmelidir. Balkan Harbi’nde çok kısa bir zamanda Çatalca’ya kadar çekilmişiz. Elbette yenilgide askeri konular önemlidir. Ama daha önce pek çok siyasi yanlış da yapılmıştır. Bu tür olaylara bir nebze olsun dikkat çekebilmek, o yenilginin ardından yollara düşen muhacirlerin durumunu hallerini ve neler çektiklerini anlatmak istedim. Ben de bir muhacir torunuyum…

Balkanlar, Osmanlı Döneminde hep önemli rol oynamıştır. Verimli toprakları Osmanlı İmparatorluğu’nu beslemiştir. Osmanlı’nın bu topraklardaki eserleri onca yıkıma karşı pek çoğu ayaktadır. Osmanlı Balkanları önemsemiştir. Ancak daha sonra pek çok nedenlerden dolayı Balkanlar’daki hakimiyet kaybedilmeye başlanmıştır. Ortadoğu’da olduğu gibi Balkanlarda da onlarca devlet kurulmuştur.  Ancak tarih içinde her iki bölgede çıkar çatışmaları, isyanlar, savaşlar hep sürüp gitmiştir.

İmparatorluğun son zamanlarında da Balkanlar tam bir cadı kazanına dönmüştü. Sonunda da elimizden çıktı…

Balkanlardan Medine Müdafaası’na.. Günümüzde çok bilinmeyen, konuşulmayan Medine Müdafaası’nı ve Fahrettin Paşa’yı bize anlatır mısınız?

Fahrettin Paşayı anlatmak için sayfalar dolusu yazmak ve pek çok şeyi anlatmak gerekir. Efendim Şerif Hüseyin ayaklanır. Cemal Paşa kendisini Medine’ye teftiş görevi altında yollar. Paşa gider oradaki komutayı alır ve asilerle çarpışır. Bir süre sonra tek bağlantıları olan tren hattı da düşer. Medine’de mahsur kalırlar. Yiyecekleri tükenir. Ardından kıtlık başlar. Paşa görevdeyken pek çok imar faaliyeti gerçekleştirir. Mondros Ateşkes anlaşması imzalanır. Görevi bırakması istenir. Bırakmaz. İstanbul’dan bir yüzbaşı yollarlar. Onu hapsettirir. Teslim olun demesini önlemek için... Sonra padişahın iradesini ister. Haydar Molla iradeyi getirir. Düşmanın eline geçmiş İstanbul’daki padişahın iradesi geçersizdir der. Medine’yi savunmaya devam eder. Ravzay-ı Mutahhara’da dua eder. Efendimizin kabrinin temizliğini bizzat yapar. Ardından isyancılarla ateşkes olur. Ancak o bu anlaşmayı imzalamaz. Kefenini giyerek her sabah efendimizin hizmetine koşar. Teslim olması beklenirken efendimize sığınır. Ayağı ucunda yatıp kalkmaya başlar. Ancak sonra ne yazık ki bazı subayların bir komplosu ile teslim olmak zorunda bırakılır.

Bu müdafaada bir çekirge yeme konusu bahsedilir. Bize gerçeğini anlatır mısınız?

Evet. Buna bazıları inanmak istemiyor. Konferans verirken çekirge de yenir mi deniyor? Efendim yiyecek tükenmiştir. Ancak paşa daha önce yerli halkın çekirge toplayıp yediklerini görür. Zorda kalınca çekirge yerler. Çekirgenin nasıl yeneceğine dair dini kitaplardan alıntılar yapar. Nasıl pişirileceğini tarif eder. Çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var diyerek askerleri ile çekirge yer.

Şunu da merak ediyorum, Türklüğün şerefini, gururunu yansıtan ve koruyan, Müslümanların kutsal saydığı Medine şehrini her şeye rağmen savunma iradesini gösteren bir kahramanımız neden tanınmıyor çok ilginç… Ruhu şad olsun…

Fahrettin Paşa’nın Şanlı Peygamberimize kabri başında o beldeden ayrılması ile ilgili bir  arzı,  bir  yalvarışı …

Peygamber efendimizin huzurundayken derdest edilip dışarı çıkarılırken efendimizin başı ucuna kılıcını bırakır ve gözyaşları içinde “Efendimiz ben gitmiyorum lakin zorla götürüyorlar. Şahit olun der.”

 KAHRAMANLARIMIZ TANITILMIYOR

Onca tarihi romandan sonra gençlere yönelik çalışmalar yapıyorsunuz. Neden gençler? Bu alanda yaptığınız çalışmalardan bahseder misiniz?

Bildiğiniz gibi UNESCO tarafından 2011 yılı Evliya Çelebi yılı ilan edildi. Ben 2004’te bir dizi halinde yirmi kitaplık “Evliya Çelebi’nin Maceraları”nı yazdım. İstedim ki çocuklar/gençler Evliya Çelebi’yi tanısın. Merak etsin. Sinbad’ın maceraları yerine onun maceralarını bilsin. Onun çizgi filmleri olsun diledim… Kendi değerlerimizi bilelim. Tanıyalım. Sahip çıkalım. Bu diğerlerini bilmeyelim anlamında değil. Kendi geçmişimizle, ondan alınan derslerle gelecek inşa edilebilir. Neden örümcek adam resimli çantalar sırtlarda taşınıyor da Seyid Onbaşı’nın, o yüzlerce kiloluk mermiyi sırtlayan kahramanımızın resimleri taşınmıyor. Neden Çinliler Seyid Onbaşı’nın oyuncaklarını yapıyor da, biz yapmıyoruz?

Yahya Çavuş’un bir oyuncağı neden yok? Ya da Şerife Bacı’nın?... Hayal ürünü kahramanların yerine bizdeki gerçek kahramanlarımızı(sadece askeri kahramanlarımızı değil) koymadıkça, tanıtmadıkça büyük yarınlar için hayal kuramayız.  Bir başka ifadeyle, maddi kalkınma ile kültürel kalkınmayı birlikte yürütemezsek, taklitten öteye geçmeyiz…

Yine on kitaplık Büyük Türk Bilginleri” dizisi hazırladım. Gençler kendilerine öz güven duysun, bir zamanlar bizimde neler yaptığımızı görsünler istedim (hep hamasi yazıyorsun diyenlerin dikkatini çekerim) Nasıl bilimsel çalışma yapılır evreleriyle bir hikâye üslubunda anlattım.

Onar kitaplık iki seride Milli Mücadele’de yer alan kahramanları çocuklara anlattım(Kurtuluşun Kahramanları-1 ve 2”… Çünkü onlar geleceğimiz. Yarının büyükleri atalarını tanımalılar.  Geleceğe kendi değerlerini dikkate alarak evrensel değerler eşliğinde yeni bir bakış açısı ile, kendini inkâr etmeden, kendine yabancılaşmadan, kendini küçük görmeden, başkasına da saygı duyarak, kendi ayakları üzerinde durarak tarihte ve gelecekte yer almalıdırlar.

BİZİM BİR DEVLET GELENEĞİMİZ VAR

Yakın tarihimizle ilgili bunca çalışmadan sonra Osmanlı Tarihi’ne yöneldiğinizi görüyorum.  Son kitabınızın adı Osmanlılar Geliyor. Horosan’dan Söğüt’e Kutlu GöçBu yönelişte günümüz popüler tartışmalarının etkisi var mı?

Mutlaka vardır. Bu sevinilecek durum. Aslında tarih bir bütün ve devamlar silsilesi. Selçuklu’nun devamı Osmanlı’dır. Osmanlı’nın mirası Türkiye Devleti’ne kalmıştır. Birisini yok saymak ya da görmezden gelmek bütünün sadece bir tarafına ışık tutmak demektir.

Türkler büyük devletler kurmuşlardır. Devlet geleneği, geçmişi olan köklü bir millettir. Tarihte önemli yer edinmişlerdir.  Bu yerin ne olduğunu, günümüzde ise bu yerin neresinde olunduğunun irdelenmesi, değişen dünya şartlarına göre mefkure belirlenmesi yada yeniden düzenlenmesi lazımdır diye düşünüyorum. Küreselleşen dünyada, mikro milliyetçiliğin ön plana çıktığı bir devirde kendi milletimiz, devletimiz, bayrağımız, vatanımız adına daha iyisi için daha güzele daha refah bir düzeye erişmek için ne gibi mefkûreler tespit etmeliyiz? Aslında bütün cihanşumul meselelere bakış açımız ne olmalıdır? Yeniden irdelenmeli ve yeniden tespiti yapılmalıdır.  Elbette bu benim nacizene kendi görüşüm. Ancak  ’komşusu aç iken tok yatan bizden değildir ‘’ diyorsak, dünyanın neresinde açlık zulüm varsa kendimizi sorumlu tutmalıyız.  Onlardan kendimizi soyutlayamayız. Yaralı leylekler için vakıf kuran, aç kurtları düşünen, kuş evleri yapan, sadaka taşları icat eden, gönül medeniyetinin torunları elbette Arakan’da, Afrika’da vb, açlık çekenlere yardım etmelidirler. Ediyorlar da zaten. Nerede zulüm var ise o zulme dikkat çekmek ve önlemeye çalışmak gerektir.  Bu birey olarak da millet olarak da bizim sorumluluğumuzdur. Ama bunun için de kuvvetli ve zengin olmak da gereklidir. Neyse sözü çok uzattık…

Kitapta Kayı Boyu’nun Sögüt’e kadar göçünü anlatmaktasınız. Neden bu konuyu ele alma ihtiyacını hissettiniz?

Birinci Dünya Savaşında koca Osmanlı Çınarı’nı kökünden sökmek isteyenler ancak dallarını budaklarını kesebildiler. İşte o çınar fidanının nasıl ve ne zahmetle Söğüt’e dikildiğini anlatmak istedim. Bunun yanında hep bilindik hep yükseliş döneminin padişahları anlatılır oldu. Bir de haklı olarak, Osmanlı Devleti Osman Gazi ile başlatılır. Ancak fidanı taşıyan, ona sahip çıkan, onun için topak arayan bir Kayı Boyu var. Ertuğrul Gazi var. Ona sahip çıkan anası Hayme Ana var. Onların da gündeme gelmesi gerektiğini düşündüm.

Osman Gazi ve Orhan Gazi’yi de yazıp (eğer son kitap okuyucumdan teveccüh görürse) Osmanlı padişahları ile ilgili fasla nokta koymak isterim. 

Son zamanlarda dünya kamuoyunda da Osmanlılar geliyor diye bir düşünce var. Sizin kitabınızın adı da “Osmanlılar Geliyor”. Bu konu da ne diyorsunuz?

Osmanlılar geliyor deyince batılılar,eyvah yine Türkler geliyor… Bu tarihteki korkunun, ezilmişliğin, endişenin bir tezahürüdür. Bu batının genlerine sirayet etmiştir. Ne zaman ki Türkiye kalkınmasına hız verse, bir başına hareket etmeye çalışsa, zenginlese hemen gönüllerinde ve beyinlerindeki o tortu gün ışığına çıkıyor. “Osmanlılar geliyor.” diyor. Avrupa sömürgeciliğin zengin ettiği kan ve gözyaşı üzerinden refaha ulaştı. Ama Osmanlı batının anlayamayacağı bir gönül medeniyetine sahipti. Bu yönümüzü bizler de kendimize çok az anlattık. Bugün kültürel, sosyal, ekonomik işbirliği içinde Osmanlı havzasıyla ilgilenmek kadar doğal bir şey olamaz. Bu bazılarını korkutsa da,  endişeye de düşürse önüne geçilemeyecek bir vakıadır. Su mutlaka yatağını bulur. Bugünkü Ortadoğu’nun Balkanların sınırları arasındaki çatışma sürüp gidecektir. Ancak Osmanlı bu iki bölgeyi büyük bir maharetle yönetmiştir. Osmanlı sömürgecidir diyenler tarihe ve günümüze bir daha baksınlar…

Benim Osmanlılar Geliyor demem ise onlara ne çağrıştırır bilemem. Torunları elbet bir gün tüccar olarak, doktor olarak, avukat olarak, insanlığın muzdarip olduğu konulara çözüm bularak, ötekileştirmeden kardeş olarak gelecektir.

DEDE KORKUT DİLİ UNUTULMAMALI

Kitapta bir üslup değişikliği dikkat çekiyor. Bu değişikliğin, tercihin sebebi nedir?

Tespitiniz çok doğru. Efendim bu kitabın yazımı esnasında ancak yüz bin kişiden yedisinde rastlanılacak ender, ciddi bir karaciğer rahatsızlığı geçiriyordum (Tedavim halen devam ediyor. Okuyucularımdan dua beklerim.) Hastalık esnasında, o zor anlarda insanın psikolojisi, düşünceleri vb pek çok değişimler ve hassasiyet oluyor.  Üslup başta hastalıktan dolayı değişti daha sonra da neden bir Dede Korkut gibi, olayları görmüş geçirmiş bir bilgenin ağzından anlatmayayım diye düşündüm. O üslubun yaşatılması hususunda bir zerre de olsa katkım olur mu dedim. Bakalım, elbette takdir okuyucunun. Ben de açıkçası merak ediyorum.

Burada göç sonucunda yurt edinen insanların ne gibi düşüncelerle, hangi anlayışla, kimler tarafından yol gösterildiğinin anlatmaya çalışayım dedim. 

Sona gelirken, genel olarak kitaplarınızı belgesel roman mı, yoksa Nasıl değerlendirmemiz gerekiyor?

Çalışmalarım bir bitirme tezine konu oldu. Orada tarihi roman türü deniyor kitaplarım için. Klasik, insanı merkeze alan, hislerini düşüncelerini öne çıkaran roman tipi değil. Bunu iyi biliyorum. Tam aksine olayları başlangıcından, gelişimine ve neticelenmesine dek zaman dilimini inceleyen, bu zaman dilimi içerisindeki insanları anlatan, doğru sırayla dile getiren, yer yer alıntılarla süslenen (bunu bazı bilgilerin doğru olduğunu belirtmek için yapmak gereği doğuyor.) kitaplar. Ama hangi kategoriye giriyor inanın ben de bilmiyorum. Bu iş konunun uzmanlarına ait…

Ben bu kitaplarla aslında dikkat çekmek, akıllara not düşürmek istiyorum. Kitaplarımın tek iddialı yönü budur. Yoksa üslup, kurgu, anlatım vb konularda daha iyi yazmak istememe rağmen elimizden gelen budur demek lazım… Kendi kendine ve alaylı olunca bu kadar oluyor. Ama daha iyi daha güzel yazma gayretimiz ölene dek sürecek…

YETERİNCE TARİHİMİZİ BİLMİYORUZ

Tarihi konuları ele alan bir yazar olarak, yeterince tarihimizi biliyor muyuz. Gençlere yönelik bu anlamda bir şuur oluşturmak için ne yapılabilir?

Tarihimizi yeteri kadar biliyor muyuz? Elbette ki hayır. Tarihimizi öğrenmek zorundayız. Yoksa olaylar hep tekerrür eder. Bugün Ortadoğu’da olup bitenler buna birer misaldir.

Bugün iletişim imkânları çok fazla. Görsel malzeme ve teknik aletler çok fazla. Eskiden bu kadar bol malzeme yoktu. Bu konuda anlatacak çok şey var. Özetlersek okullarda eskiden anlatıldığı gibi kuru, tatsız bir tarih eğitimi yerine gelecek neslin ilgisini çekecek, sevecek, ilgi duyacak metodlar bulmalıyız. Diziler, filmler, cd.ler, geziler, konferanslar vb(şimdilerde yapılıyor). Okullardaki tarih anlatımı da mutlaka değişmelidir.

Benim dikkatimden kaçan, ancak sizin özellikle ilave etmek istediğiniz bir şey var mı?

Efendim ben bir tarihçi değilim. Hiçbir yerde de tarihçiyim demedim. Diyenleri de düzelttim.

Tarih bir metodolojisi olan akademik bir dal. Halil İnalcık, İlber Ortaylı, Feridun Emecen, Murat Bardakçı(her ne kadar kendisi gazeteciyim dese de) vb birer tarihçidir. Çünkü arşivden yararlanır. Belge bulur. Belgeye göre konuşur ve yazar. Belge toplar. Bir metodoloji ile çalışır. Benim yaptığım tarihçilerin ortaya koyduğu konuları ele alıp iyi araştırıp (akademisyen ve mühendis olmamın burada çok faydasını gördüm.) hikâye ve roman ile, konuya, olayın gerçekliğine ve doğruluğuna sadık kalarak anlatmaktır. Siz buna aktarma deyin ne derseniz deyin. Değerli okuyucularım şunu bilmelidirler ki bir kitabı yazarken pek çok kaynaktan yararlanılmaktadır. Zahmetli bir süreç sonunda yazılmaktadır. Hayal ürünü değillerdir. Elbette ki bazı eksiklikler, hatalar, yanlışlıklar olabilir. Bundan dolayı kitaplarım belli bir zaman diliminden sonra ele alınıp yeniden gözden geçirilecektir. 

Alaylı olmama rağmen kitaplarıma teveccüh gösteren, ilgi duyan, okuyan ve tavsiye eden herkese teşekkür ediyorum. Onların himmet ve destekleri bizim çalışma azmimizi arttırmaktadır.  Her birine ayrı ayrısaygılarımı sunuyorum…

Bize vakit ayırıp, sorularımıza verdiğiniz cevaplar için teşekkür ederiz.

İsmail Bilgin Kimdir?

1964 yılında Gelibolu’nun Evreşe bucağında dünyaya geldi .İlk ve ortaokulu Evreşe’de, liseyi Gelibolu’da bitirdi ve İstanbul Üniversitesi Mühendislik Fakültesi, Jeoloji Mühendisliği Bölümünü kazandı. Fakülteye devam ederken, Türkiye Çocuk dergisinde kısa bir süre  çalıştı. Daha sonra, mezun olduğu üniversiteye asistan olarak girdi. 1993 yılında yüksek lisansını, 1999 yılında doktorasını tamamlayarak jeoloji doktoru unvanını aldı. 2000 yılında, akademik hayatını sürdürdüğü İstanbul Üniversitesi’nden ayrıldı. Hâlen bir kamu kurumunda jeoloji mühendisi olarak çalışmaktadır. Yayınlanmış makaleleri bulunan yazarın, edebî faaliyetlerinin yanı sıra bilimsel çalışmaları da devam etmektedir..İstanbulda yaşayan İsmail Bilgin evli ve 2 çocuk babasıdır.

YAZDIĞI KİTAPLAR

1-              Hasret Hikâyeleri- 2000- BKY Yayınları- Hikâye

2-              Satuk Buğra Han Destanı- 2001- Damla Yayınevi- Destan

3-              Ahmet Rasim- 2002- Hikmet Yayınları- Biyografi

4-              Çanakkale’ye Gidenler- 2003- BKY Yayınları- Tarihi Roman

5-              Masal Ormanı- 2004- Erdem Yayınları-Masal

6-              Gelibolu- 2004- BKY Yayınları- Tarihi Roman

7-              Kurtuluşa Koşanlar- 2004- Erdem Yayınları- Hikâye

1-              Çanakkale’nin İsimsiz Kahramanları- 2004- Erdem Yayınları- Hikâye

2-              Çanakkale İçinde Vurdular Beni- 2005- Erdem Yayınları- Hikâye

3-              Kurtuluş Savaşı Hikâyeleri- 2005- Erdem Yayınları- Hikâye

4-              Tarihimizi Yazanlar- 2005- Erdem Yayınları- Hikâye

5-              Sarıkamış Beyaz Hüzün- 2005- Timaş Yayınları- Tarihi Roman

6-              Evliya Çelebi’nin Maceraları- 2006- Damla Yayınevi- (20 Kitap) Çocuk Romanı

7-              Çanakkale Destanı- 2006- Timaş Yayınları- Tarihi Roman

8-               Medine Müdafaası/Fahreddin Paşa- 2006- Timaş Yayınları- Tarihi Roman

9-               Elveda Balkanlar- 2007- Timaş Yayınları- Tarihi Roman

10-          Çanakkale’nin Kadın Kahramanı/Safiye Hüseyin–2008-Timaş Yayınları-Tarihi Roman

11-          Büyük Türk Bilginleri-2008- Damla Yayınevi, Araştırma- (10 Kitap)

12-          Evliya Çelebi Dünyayı Dolaşıyor- 2008- Damla Yayınları, (10 Kitap)

13-          57. Alay Galiçya’da- 2009- Timaş Yayınları- Tarihi Roman

14-          Çanakkale Günlüğü- 2009- Timaş Yayınları- Tarihi Roman

15-          Kurtuluşun Kahramanları- 2009- Gençlik Romanları, Timaş (10 Kitap).

16-          57. Alay-Çanakkale- 2010- Timaş Yayınları, Tarihi Roman 

17-          57. Alay Filistin-2011- Timaş Yayınları, Tarihi roman

18-          Osmanlılar Geliyor-2012-Timaş Yayınları

19-           Kurtuluşun Kahramanları-2, 2012- Gençlik Romanı (10 Kitap)