Avrupalı düşünürler, Avrupa kıtası ülkelerinin gerileyeceğini ve dünyanın merkezinin Asya ve Arap ülkelerine kayacağı tahminlerinde bulunuyorlardı.

Modern dünya, özellikle Batı medeniyetini etkileyen derin bir krizle ilgili spekülasyonlar ve dünyanın kalbinin çoktan Asya'ya doğru kaymaya başladığına dair bir kırılmaya işaret eden işaretler çerçevesinde günümüzdeki gibi bir kimlik krizi hiç yaşamamıştı belki de.

Bu da bize İtalyan düşünür siyasetçi ve sosyalist kuramcı Antonio Gramsci'nin yok olan eski ve doğmak için var gücüyle çabalayan yeni görüşü çerçevesinde bahsettiklerini hatırlatıyor.

Gramsci'nin bahsettikleriyle ilgili birçok patolojik semptomun ortaya çıktığını görüyoruz.

Öyleyse şu an tüm sonuçlarıyla ve ispatlarıyla Gramsci'nin bahsettiği zamanın merkezinde miyiz?

Fakat 'gerileme dönemi' ile ilgili derin bir analize dalmadan önce ilkel bir duyguyla değil, akılla ve farkındalıkla Batı medeniyetinin sonunu öngören büyük Batılı tarihçilerin okumalarını, yani Batılı büyük filozofların medeniyetlerin doğuşu ve yükselişi hakkında söylediklerini yeniden gözden geçirmeliyiz.

Alman filozofu Oswald Spengler, 'The Decline of the West' (Batı'nın Çöküşü) adlı kitabında, medeniyetlerin doğan, olgunlaşan, gelişen ve sonra ölen canlılar gibi olduğu düşüncesini açıklamıştır.

Birkaç kitaptan oluşan çalışmasında Batı medeniyetinin ölmekte olduğundan ilk bahseden kişi de Spengler olmuştur.

Dünyanın 1918 ile 1922 yılları arasında Yani Birinci Dünya Savaşı'nın bitip İkinci Dünya Savaşı'nın başlamasından sonra bu görüşü dinlemesi oldukça ilginç gelebilir. Ki bu o zamanlar için son derece garip bir söylemdir.

Bir yanda Batı medeniyeti, diğer yanda demokratik hükümet sistemi arasındaki bağı hesaba katarsak, şu an uluslararası arenada yaşananlar düşündürücü görünüyor.

Japon asıllı ABD'li düşünür Francis Fukuyama da buna işaret ediyor. Fukuyama, Batılı liberalizm modelini desteklerken kapitalizmi tarihin sonu olarak görüyor.

Burada okuyucular, medeniyetlerin üç tip yönetimle (birey, toplum ve tüm insanlar) geliştiğini düşünen Alman filozof George Hegel'in görüşü hakkında şüphelere sahip görünüyor. Belki de son önerme, demokrasi fikrinin bir yansımasıdır.

Tam da burada, Spengler'in bir asır önce ortaya attığı görüşten sonra ortaya çıkıyor gibi görünüyor. Peki bu, fiili ve sözlü olarak Batı'nın gerileme döneminin gelip çattığı anlamına mı geliyor?


GERİLEME VE KAOS

Geçen yüzyılın sonlarında yayınlanan en iyi kitaplar arasında yer alan ABD'li gazeteci ve yazar B. G. Brander tarafından kaleme alınan "Staring into Chaos: Explorations in the Decline of Western Civilization" (Kaosa Bir Bakış: Batı Medeniyetinin Çöküşündeki Keşifler) adlı çalışma, Batı'nın maddi olarak kaydettiği ilerlemenin mekanizmalarının yol açtığı kalın toz perdesi sahnedeki gerçekliği görmeyi engelleyecek kadar karardığı için Batı'nın geleceği hakkında uyarılarda bulunuyor.

Bilim, teknoloji ve gelir kaynağı üretimindeki şaşırtıcı başarılar, 20'nci yüzyılın büyük bir kısmına kadar çoğu insanı Batı medeniyetinin istikrarlı bir yükselişe sahip olduğuna ve tüm dünyayı da beraberinde taşıdığına inandırdı.

Ancak işin aslı, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı'nı takip eden yıllar dışında, önde gelen isimler gerilemeye karşı uyarılarda bulunmuşlardı.

Bu uyarılar, kulağa çok saçma ve kötümser gelse de Batı'nın ilerleyişi, istikrarı ve etkisi, yirminci yüzyılın son yıllarında bu uyarıları dikkate değer kılacak ölçüde azaldı.

Düşünürler, filozoflar, yazarlar ve eleştirmenler de dahil olmak üzere Batı'nın en parlak beyinlerinin okumaları, Batı medeniyetinin, son 5 yüzyılda en azından maddi ve duyusal, bilimsel ve teknik ve dünyaya hakim olan din dışı ve yayılmacı biçiminde gerileme dönemine girdiği konusunda hemfikir görünüyorlar.

Batı medeniyetinin sonu yaklaşırken şu sıralar Batılılara çoktan baskı yapmaya başlamış bile olabilir.

Batı medeniyetinin sonunu uzun yıllar önce görenler vardı. Fransız şair Charles Baudelaire (1821-1867), teknolojinin Batı kültürünü yok ettiğini görünce bozulma konusunda ilk uyarıda bulunanlardan biri oldu.

Baudelaire'in şiirlerindeki pornografik anlatım ile Rus roman yazarı Leo Tolstoy'un (1828-1919) ünlü romanlarına ve yazılarına yansıyan ahlaki ve insani değerler arasındaki büyük fark vardır.

Rus romancı Fyodor Dostoyevski (1821-1881) de Batı medeniyetinin trajik bir şekilde çöküşe doğru sürüklendiğini savunanlardandı.

19'uncu yüzyılın en önde gelen tarihçilerinden biri olan Jacob Burckhardt (1818-1879) ise kendi dönemindeki Avrupa'yı, dağılan eski Roma'ya benzetiyordu.

Burckhardt, bu konuda ünlü bir uzmandı. Batılı insanların ilerlemeden büyülendiği ve iyimserlikle dolu olduğu zamanlardı.

20'nci yüzyılda ekonomik bir bunalımın patlak vereceği, büyük savaşların yaşanacağı, demokrasinin zayıflayacağı ve otoriter devletlerin ortaya çıkacağı kehanetinde bulundu.

Bu insanlar, Batı'nın geleceğini kestirmek için Yemame'nin mavi gözlerine mi sahiptiler yoksa Batı'nın geleceğine işaret eden tarihin bilmecelerini okuyup insanlığın gidişatını ve süreçlerini mi tefekkür ettiler?


İLERLEME VE ŞÜPHE

Son 5 yüzyıl boyunca, Batı medeniyeti çiçek açtı ve ilerlemesinin büyük bir ilerleme kaydetti.

Yine de son kuşaklarda Batı dünyasında yaşamış olanlar, kültürü yerle bir eden bu büyük değişikliklerin ve bu hızlı, kafa karıştırıcı ve belki de kontrol edilemeyen güç dönüşümlerin, sanatı, felsefeyi, ticareti, siyaseti, hukuku, eğitimi, dini ve uygar insanlardan oluşan bir toplumu birleştiren tüm ilişkileri yeniden şekillendirdiğinin kesinlikle farkındalar.

Burada akademisyenler genel olarak ister miktar ister hız açısından olsun, geçmişte kapsamlı bir değişim dalgasının nadiren eşleştiği ve bu yapısal dengesizlikler çerçevesinde birçoğunu aynı anda korkunç bir endişe kaynağına dönüştürdüğü konusunda hemfikirdirler.

Bugün Batı'daki tartışmalı ahlaki meselelerin yakından takip edenler, oradaki insanların çoğunluğunun neden en umutsuz en aşırı insanlar olduğunu anlayabilirler.

Çünkü bu insanların büyük çoğunluğu endişe ve şüphe duyuyorlar. Bir şeylerin ters gittiğini, dümenin rotasını kaybettiğini, medeniyetin sürüklendiğini ve ufukta bilinmeyen tehlikeli engellerin belirdiğini hissediyorlar.

Çevrelerinde olup biteni anlamasalar bile hissediyorlar ve bu bilinmeyene karşı kendilerini nasıl savunabileceklerini merak ediyorlar.

İşlerin yolunda olmasını umuyorlar. Çünkü hiçbiri, kültür, siyaset ve ahlak alanlarındaki bu sapkınlığı güvenli ve doğru bir yola doğru düzeltmeye yardımcı olmak için neler yapabileceğine dair bir fikri yok.

Belki de kısa bir süre öncesine kadar insanların Batı medeniyetinin şanlı bir ütopik geleceğe doğru sürekli ilerlemeye mahkûm olduğuna inandıkları kesinken, bugün bu umut ciddi şekilde sarsılmış durumda.


ÇÖKÜŞ HAYALETİ

Batı kültürünün uğursuz kaderine seslenen ilham verici öğretmen, Alman filozof ve tarihçi Oswald Spengler, tek büyük eseri 'The Decline of the West' (Batı'nın Çöküşü) adlı çalışmasına Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda parçalanmış ve kafası karışmış bir Avrupa'da ortaya çıkan Batı'nın çöküşü ve Batı medeniyetinin batışına ilişkin kasvetli bir vizyon çizerek ve çökmekte olan imparatorlukların, istikrarsızlaşan ilkelerin, azalan değerlerin ve insanlığın derinliklerinden yükselen yeni bir barbarlığın korkunç işaretlerinin olduğu endişe verici bir çağa anlam vermeye çalışarak başlıyor.

Spengler'in kitabında sadece tarih yok, aynı zamanda birtakım teşhisler ve kehanetler de kitapta yer buluyor.

Batı medeniyetinin hastalıklarını inceliyor. Daha sonra Batı kültürünün geleceğiyle ilgili kesin bir tahmin bildiriyor.

Hatta kendisini içinde bulunduğumuz yüzyılın tarihçisi, falcısı ve gelecek çağların habercisi olarak görüyor.

Spengler, eleştirmenlerin zarar veremediği kitabında, önceki medeniyetlerin tarihi sıralaması yapmak yerine, incelemeyi seçtiği sekiz yüksek kültürün kapsamlı bir tarihini bir araya getirerek karşılaştırma yaparken kültürlerin gelişme biçimlerindeki benzerlikleri keşfediyor.

Tıpkı, Alman filozof ve politikacı Ernst von Lasso'nun gözlemlerinde madencilikten pastoralizme ve ardından sanat ve bilime doğru istikrarlı bir ilerleme keşfettiği gibi.

Medeniyetlerle ilgili görüşünü şekillendirirken özellikle insanlığın geçtiği yüksek kültürlere odaklanan Spengler, bu kültürlerin birer canlı olduklarını, her kültürün kendine özgü, özgün ve gerçekçi bir yaşamı olduğunu ve sanki daha yüksek bir yaşamları ve vücutlarını oluşturan farklı canlı hücreleri varmış gibi bu yaşamın o kültürün insanından bağımsız olarak devam ettiğini söyler.

İnsanların kültürleri kaybolduğunda ya da işlevsiz hale geldiğinde medeniyetler ölür mü?

Belki de bu kısım, Spengler'in görüşünün en önemli odak noktalarından biriydi. Diğer tüm organizmalar gibi kültürlerin de sabit ve öngörülebilir yaşam döngüleri olduğunu iddia etti.

Organizmalar, doğar, büyür, çürür ve ölürler. Tam söylemek gerekirse her kültür, insanın varoluşunun çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık aşamalarından geçer.

Bir kültürün ortalama doğal yaşam süresinin bin yıl olduğuna işaret eden Spengler, ancak İnsan yaşamının yetmiş yıldan az ya da çok olabilmesi gibi kültürlerin yaşam süresinin de büyük ölçüde değişebileceğini altını çiziyor.

Kültürlerin büyüme döneminde yüzyıllar, tarihsel olarak on yıllar öncesine göre daha az önemli hale gelebilir.

Bu yüzden eski medeniyetlerin kalıntılarını ziyaret edenler kendilerini değişmemiş gibi hissederler. İlkel insanın yaşamı nasıl kültür öncesiyse, anlamsız bir organizma silsilesi gibi çiftçiler için de durum aynıdır.

Spengler'in tahminine göre Batı'nın gerilemesi ile antik Yunan medeniyetinin gidişatı ve sürekliliği arasında doğru bir kıyaslama yapılmaktadır.

Çevremizde ve içimizde olup bitenler, üçüncü binyılın ilk yüzyıllarında devam edecek ve ardından Batı Avrupalı insan ırkının tarihi kaçınılmaz olarak sona erecektir.

Spengler, geleceği, özellikle 20'nci yüzyılı sabırsızlıkla bekliyordu. Birçok okuyucusunu şoke etti ve endişelendirdi.

Ayrıca kendisine yöneltilen 'kötümser olduğu' suçlamalarını da reddetti ve vardığı sonuçların üzücü olabileceğini, ancak sadece duyguların varoluşun gerçeklerini değiştirmediğini kabul etti.

Bu yüzden kitabında bu konuyu okuyucularının cesaretini kırmamaya çalışarak ve lirik şiirler yerine tekniklere, boya fırçası yerine denize, soyut epistemoloji yerine siyasete adamaya davet ettiği Batılı gelecek nesilleri motive etmek için sözlerinin gerekli olabileceğini düşünerek ele aldı.


BATI'NIN PARÇALANMASI

1889'da Londra'nın göbeğinde orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen tarihçi Arnold Joseph Toynbee, küçük yaşlardan itibaren Antik Yunan, Roma ve İncil'in klasik yazılarıyla haşır-neşir oldu. Yedi yaşında Latince öğrendi.

Oxford Üniversitesi'ndeki bir bursla Yunanlılar ve Romalıların antik tarihiyle ilgili düşünce dünyasına girdi.

Bu da ona klasik çağ hakkında büyük bir bilgi birikintisi edinme şansı verdi. Ana dili olan İngilizce yerine Yunanca veya Latince şiirler yazdı.

Toynbee, Oxford Üniversitesi'nde çalışmalarına başladığında Spengler'in Batı'nın Çöküşü kitabının eski bir kopyasını buldu. Kitabı okuduktan sonra, zihninde oluşan büyük araştırma planının Alman filozof tarafından tam olarak gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğini merak etti.

Kitapla ilgili inceleme ve araştırmanın ardından Toynbee, kitabın konusu ve yönteminde birtakım boşluklar buldu.

Spengler'in medeniyetlerin ilkel koşulların bataklığından nasıl ortaya çıktığını açıklamadığını ve onların ortaya çıkışlarını yalnızca bir gizem olarak gördüğünü fark etti.

Ayrıca, tarihle ilgili kapsamlı ve eksiksiz bir incelemesinin bilimsel bir ampirik yöntemle geliştirilebileceğine inanan Toynbee, Spengler'in çalışmasıyla ilgili kendini rahatlattığında projesine devam etti.

Toynbee, sonraki 40 yıl boyunca çok az bilinen uygarlıklar da dahil olmak üzere, tarihin en eski zamanlarından günümüze kadar kaydedilen tüm medeniyetlerin köklerini, gelişimlerini, gerilemelerini ve yok oluşlarını inceledi. 20'den fazla medeniyetin seyrini Batı kültürüyle karşılaştırdı.

Ardından elde ettiği harika sonuçları, 12 bölümden oluşan devasa bir kitabın sayfalarında yayınlayan Toynbee, çalışmasına "A Study of History" (Bir Tarih Çalışması) adını verdi.


TOYNBEE'Yİ OKUMAK BUGÜNLERDE ÖZEL BİR ÖNEM Mİ KAZANDI?

Bugünlerde Toynbee'yi okumanın özellikle de Batı medeniyeti üzerine kaleme aldığı ansiklopedik çalışmasında, Huntingtoncu düşüncenin geniş alanlarını seçtiği, Batı medeniyetinin Avrupa modelinde ciddi bir kriz içinde olduğunu düşündüğü ve milattan sonra (MS) beşinci yüzyılda barbarlar ya da vandal kabileleri karşısında Roma'nın düşüşünden ders çıkarmadığı için emsal teşkil ettiğini vurguladığı için hem sözlü hem de fiili eylemde önemli var.

Batı uygarlığının belirli dönemlerde dışarıdan barbarlar tarafından saldırıya uğradığına dikkati çeken Toynbee, Avrupa ordularının bu saldırılara karşı koyduğuna ve Poitiers (Puvatya) Muharebesi'nde Frank komutan Şarl Martel'in (Charles Martel) yaptığı gibi onları sınırlarında durdurduğuna işaret ediyor.

Ancak bugün, barbarların göçmenler şeklinde Avrupa medeniyetine girdiğine dair bir söylem söz konusu.

Bu bir ifadeden ya da dogmatik bir imadan yoksun olmayan tehlikeli analitik bir görüştür. Bugünlerde Fransa'da ve İsveç'te yaşananlar bunun en iyi kanıtıdır.

Toynbee, toplumun kapıları dışarıdan kırılırken, düşmanın içeriden çalıştığını, zayıflayan medeniyetlerin genellikle kendilerini savunmaları için yabancıları işe aldığını ve kiralık askerlerin bir yandan toplum için savaşırken diğer yandan bu toplumun stratejilerini ve zayıflıklarını öğrendiklerini belirtiyor. Toynbee'ye göre edindikleri bu bilgilerin, sınırların ötesine sızması kaçınılmaz.

Bu bilgileri elde eden bir düşman, siyasi iktidarın büyük ölçüde yanlış yönetildiğini anlayıp saldırı çağrısında bulunurken devlet için çalışan yabancılar da bir süre hizmet ettikten sonra, efendilerinden iktidarı almak için cazip fırsatlar yakaladıklarını gördüler.

Roma'nın 476'daki düşüşü, bir Germen kabilesinden paralı askeri komutan Odoacer'in Batı İmparatorluğu'nu ele geçirmesi ve imparatoru tahttan indirip emekli etmesi olayıdır.

Bugünlerde Avrupa'da Arnold Toynbee'nin yazılarını, özellikle ırkçı sağcı akımlardan, Nazi ve faşist eğilimlerden, radikalizm ve şiddet yanlısı, tüm Avrupa'yı önce toplumsal barışı, sonra dünya barışını sona erdiren kin ve düşmanlık bataklığına sürükleyebilecek kapasiteye sahip kişilerden okuyan var mıdır?

(Independent)