Show TV'de “15 Ocak 2003 yılında  başlayan bir serüvendir Kurtlar Vadisi dizisi… Fakat benim bu diziyle tanışmamın,  daha doğrusu, dizideki kahramanlar üzerine kafa yormanın tarihi,  izler kitlesine dahil olma nesnelliğimden kaynaklanmıyor ne yazık ki.    Yakındoğu Üniversitesi’nde öğrenci olduğum dönemlerde, kütüphaneden çıkıp eve gitmek için  otobüs durağına doğru yol almıştım. Çok susamıştım o gün. Otobüsün gelmesine de daha 10 dakika vardı.  Durağa en yakın kafeteryaya girmiştim. İçeride öldürücü bir sessizlik hakimdi. Ön sırada ki beylerin keyfini bozmamak  adına içimden “pardon” demek geçmişti ki; o da ne… Şiiit dedi önde ki bey… Kızgın bir ifadeyle… Oysa kasiyere yaklaşmak için ilerlediğimde, sadece “par” demiştim… O an gerisini getirebilene ise aşk olsun… Beyefendinin gözlerinin içinde ki ifade çok ilginçti. O sanki bir kurttu ben ise vadideki zavallı bir kuzu. Pusuya yatmış gibiydi her biri. Neyse ki o gün Japon usulü selam verircesine parmaklarımın ucunda dışarı çıkmayı başarabildim… Susadığıma da bin pişman. İçeriye o an benim yerime, Sibel Can bile gelmiş olsaydı bu durumun tersi olmayacaktı inanın. Ya da minicik bir etek giymiş bir genç kız.  Onun da yüzüne   kimsecikler dönüp bakmayacaktı.  Kapıdan dışarıya çıkarken fark ettiğim acı gerçek ise, girdiğim   yerin  aslında bir erkek yurdunun kantini olması idi. Acı diyorum çünkü, kız yurdunun kafesteryasında da televizyon vardı ama, kızların tümü dışarıda idi. Ve koro eşliğinde sohbet ettikleri konu ise,  her zamanki gibi erkeklerdi. Oysa onların hayallerini süsleyecek prensleri artık çok  uzaklarda gitmişti… Çünkü  her biri o an “vadi dolaylarında” idi.

 

Aradan birkaç gün geçti. Çok sevdiğim bir gitarist arkadaşımla karşılaşmıştım tesadüfen. Magosa’da çok bilindik bir mekanda her çarşamba, seyircisini coşturuyordu… “İşler nasıl gidiyor” dedim gülümseyerek. Hani işlerinin hep iyi gittiğini düşünerek. “Ne işi Emel’ciğim o eskidendi dedi. “Nasıl yani? dedim, çarşambaları çalmıyor musun artık?. “Yok hayır  işler kesat” dedi.  “İyiydiniz eskiden, peki şimdi ne oldu” dedim. O da bana “Hayatımıza Kurtlar Vadisi Dizisi  girmeden  önceydi demişti kızgınlıkla… Ardısıra   verdiği cevapları  dinlerken  hayret etmedim dersem, yalan olur... Meğerse her Çarşamba yayınlanan dizi, arkadaşımın sahne alığı güne denk geliyormuş…  Üstelik diziyi izledikten sonra, mekana eğlenmeye giden erkek ahalisi, barda kavga çıkartıyormuş… Masa, sandalye ne varsa, havada uçuşuyormuş. Haliyle mekan dağılıyormuş anlıyacağınız… Fakat ben diziyi hiç izlemediğim için, cidden o gün onların neden bir canavara dönüştüğünü anlamamıştım.

 

Yine ayni günlerde, farklı eğlence mekanlarında gördüğüm ah o erkekler yok mu?… Külhanbeyi edasında gezinerek, yeni bir zihinsel formun ideolojisine simgeliyordu her biri… Onlar “diğerlerinden farklıyım ben” dercesine ortalıkta dolanan masal kahramanlarıydı adeta… Genellikle kot-tişört giyinen erkekler Grand-tuvalet giymişti…Yani kot üzerine bir ceket, ayağına da parlak ayakkabı…Tam bir postmodern girişimcisiydi onlar… Gömleklerin yakasındaki düğmeyi de açtı mı bu iş tamam oluyordu … “Yanıma yaklaşanı yakarım” diyordu bizim külhanbeyler… Belli ki onlarda “Kutlar Vadisi” dizisinden çok etkilenmişti.

Çünkü, dizi  meşhur “Deli Yürek”in hemen ardından “ bu bir mafya dizisidir” sloganıyla çıkmıştı. Sanki Polat Alemdar’ın öncesini Miroğlu hazırlamıştı ve buda onun bir devamıydı…  Bu zihinsel formasyonun oluşumunda kullanılan ve dizide bahsi geçen “çakır” “kurt” ifadeleri de sanırım tesadüfi değildi. Her biri milliyetçilik ideolojisini yeniden kodluyordu sanki. Hiç kimsenin ideolojisine lafım yok ama ben artık kararımı vermiştim.   Hayatıma girecek olan erkek, asla bir “kurt_model” olmayacaktı… Çünkü vatan milliyetçiliğine atfedilen tanımlamada ki simgesel formlarla,  televizyon yoluyla icat edilen arasında büyük  fark vardı. Sanki televizyonda yeni bir icat ve bir suni döllenme sözkonusu idi. Bize sunulan değerlerde bildiğimiz delikanlı halkın içinden çıkarken diğeri kitle iletişim yoluyla yaratılmış kent magandasıydı.

 

Nerde kaldı o, Ege civarlarında yaşayan  Muğlalı yiğit efeler… Hani benim dedem, dedeleriniz… Onlar, yukarıdan aşağıya dayatılan bir kimlik değillerdi. Üstelik “Harmandalı ve Zeybek” oyunları yiğitliğin  simgesi olarak, günümüze kadar leke almadan da taşınmıştır. Fakat,  Kenan İmirzalıoğlu öylemi?  Sanatçı, genç kızların hayallerini süsleyen bir erkek olmaktan daha da fazlasını yapmıştır. Ardından gelecek olan, “Kurtlar Vadisi”nin seyircisindeki erkek izler kitleyi içine alarak, onların da sempatisini kazanmıştır.  Hatta “yaşam pratikleri”nce kendisine atfedilen delikanlılık o kadar ileriye götürülmüştür ki,  2007 yılında “Beyaz Show” adlı programda,  Beyazıt Öztürk,   konuğu Kenan İmirzalıoğlu’nun, kendisine “Osmanlı tokadı” atmasını istemiştir. Olayın  dikkat çekici tarafı ise, tıpkı Kadirizm’ de olduğu gibi, Osmanlı üzerinden  “Kenanizim” erilliği yaratılmaya çalışılması idi. 

 

Bunun yanı sıra,  siyasetle eklemlenerek hegomonik biçimde süregelen Türkiye siyasi konjektürel yapısı içerisinde belki de yerini almıştır. TC Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın,  bir  miting de,  “Anamız ağlıyor” diyen çiftçiye “Ananı da al git buradan” ifadesini kullanması belki de tesadüfü değildir. Ya da halkın Başbakanın bu tavırlarını yiğitlik olarak algılayıp takdire şayan bulması da öyle… Tıpkı “One minute” örneğinde olduğu gibi. Bu nokta da meşruiyet yaklaşımına değinecek olursak,   “delikanlılığın kendi çevresiyle kurduğu ilişki arzu edilen halk- devlet ilişkisinin temsilini örnekler diyebiliriz.

Peki ama burada kaç kimlikten söz ediyoruz…Evinde erkek çocuğuna “hadi oğlum kır şunun ağzını burnunu, sen delikanlısın”, “sana tokat atana sende yapıştır, boş durma” diyen anne baba ne olacak..  Öyleyse medeni kimdir, yabanıl kimdir? Sorulması gereken en başta ki soru beklide buydu. Delikanlı  kimdir?

 

Delikanlılığın dünyasında herşeyden önce özgün bir dil kullanılır. O zaten dürüsttür,  mazlumdan yanadır, paylaşımcıdır,  erkekliği ile övünür, şiddet yanlısıdır, talimat vericidir, tartışmaya açık değildir,  asla ağlamaz, kadının namusuna değer verir, okumayı sevmez ama eğitime saygı duyar, kendi yasalarını kendisi belirler,  vesaire… Anlıycağınız onu anlatmakla bitmez!

 

“Ataerkil ve otoriter zihniyetlerin Osmanlı’da iç içe geçmiş olduğunu ve modernleşme ile birlikte otoriter zihniyetin, toplumsal yapı içinde yer alan pratikleri büyük ölçüde şekillendirdiğini ifade etmektedir” Mahçupyan… 

Veya Nuran Erol’un “delikanlılığı” anlattığı makalesinde; “rasyonel ve “medeni olarak inşa edilenin belirli alanlarda bir harç olarak tutmama sebeplerini çözümlemek, kültürel alanı kendi özgürlüğü içinde anlamlamaktan geçer “derken belide  son derece haklıydı… Neticede eline silah verilip vurdulu kırdılı  erkekliği anlatan mafyavari kent delikanlısı, suni bir icattan başka bir şey değildir… Hep düşmanları vardır ve onun dışında kalan herkes suçludur…

Sonuç olarak, kitle iletişim araçları ve özellikle televizyon yoluyla, kentli ve modern karşıtı olarak kodlanan maganda /kıro/serseri olarak gösterilenden daha fazla kahramanlaştırılıp yüceltildiği yadsınamaz bir gerçektir. Ama asıl sorun elbette bu değildir… Çünkü, artık  metaya dönüşerek  dizinin merkezine konan erillik ideolojisi bağlamındaki delikanlı ile   İmirzalıoğlu’nun canlandırdığı sevimli mafya kahramanı  ayırt edilemez duruma gelmiştir.

Durum o kadar acıdır ki, Yeşilçam’ın  Sadri Alışık, Ayhan Işık, Yılmaz Köksal, Fikret Hakan, Yılmaz Güney, gibi   delikanlılar artık yerine yenisi icad edilerek yok edilmiştir.. Onlar 70 ve 80’li yıllarda kendi cinsiyet eylemlerini moral bir öz aracılığı ile meşrulaştırmaya çalışırken  Weber’in “ideal tip” tanımlamasına karşılık gelen beyaz perdenin yansımaları oldular…