Hepsi birbirinden geçer hikayelerin… biz fark etmeyiz.

Bu kadar heybetli olduğunu unutmuşum martının. Birkaç yıl önce parkta köpeklerin ağzından kurtardığım kırık kanatlı martıyı misafir etmiştim balkonda, seyredip durmuştum hayranlıkla…

Büyüktü. Alıştığımız serçelerden, saksağanlardan çok büyük. Şimdi karşımda tüm haşmetiyle bir martı, Galata Kulesi’nin İstanbul’u kucaklayan manzarasının göbeğinde, Boğaz Köprüsü’nden Haliç’e uzanan maviliği arkasına almış, tam göz hizama yerleşip gözlerini gözlerime dikmiş, rüzgarı nasıl alıyorsa kanatlarının arasına, neredeyse kımıldamadan boşlukta, çatmış kaşlarını bana bakıyordu. Önce martıya takılıp kaldım, boşlukta nasıl asılı kalabildiğine, rüzgarda hafifçe kımıldamakla birlikte aynı noktada dakikalarca durabilmesine...

Bu bir mucize diye düşündüğüm sırada fotoğraf çekmeye çalışan bir turist çarpınca koluma, asıl manzaraya geri döndüm; İstanbul’a… Yıllar sonra çıktığım kuleden, masallardaki gibi tatlı bir heyecanla inmek istemiştim ama nedense içimi bir ürperti, bir huzursuzluk, bir mutsuzluk kapladı. Oysa karşımda eşi benzeri olmayan bir deniz, dünyanın en güzel şehrini kucaklıyordu… ya da… gördüğüm oydu ki… eşsiz maviyi artık bir çöp ve beton yığını sarıp sarmalıyordu.

Canım Marmara’nın bir şey kucaklayacak hali kalmamıştı. Eli kolu bağlanmış, ağzına koca bir bant yapıştırılmış, polisiye korku karışımı filmlerde gördüğümüz işkencelere uğramış, yarı canlı bedeni ölsün diye sokak kenarına atılmış gibiydi. Martıyı gördüğümde yüzüme oturuveren gülümseme donup kalmıştı.

“Sen şimdi beğendin mi bu manzarayı?” dedi martı. “Yok” dedim “eskiden güzeldi ama…” Şimdi çarpık çurpuk damlardan, hayata küsmüş çatılardan, boyaları dökülmüş evlerden, buz gibi gri sokaklardan, aralara sıkıştırılmış uzun binalardan başka bir şey yoktu bu manzarada. Gözünde bir damla yaş gördüm martının, rüzgardan falan değildi, anladım. Özür dilemek geldi içimden… Onu bu hayata biz mahkum ettik. Kendimizi de…

“Sen bilmezsin bu şehrin hikayelerini, bildiğini sanırsın… Sen sadece okursun, duyarsın, birazını uydurursun… ben bilirim. Ben seyrederim. Ben yaşarım. Bilir misin nasıldı buralar yüz yıl önce?..” deyince “bilmiyorum” dedim, “ama tahmin edebiliyorum.” Biliyordum aslında az buçuk.

Türk filmleriyle büyüyen bir nesildik ne de olsa. Köprüsüz yılları, ineklerin otladığı, üstü açık arabaların içinde ilan-ı aşklar edilen Boğaz sırtlarını, yeşillikler içindeki çay bahçelerini, tarih kokan çeşmeleri, kurnaları, Arnavut kaldırımlı taş sokakları, üç katlı köşkleri, manolya ağaçlı köşk bahçelerini, parkları, faytonlarla gezilen caddeleri, henüz doldurulmamış tertemiz denizin vapurlarını, kayıklarını, iskelelerini, denize girilen sahilleri biliyordum tabii ki.

Sokakta büyümüştüm ne de olsa. Hava kararmadan girmezdik ki içeri. Dizlerim yara içinde, ip atlayarak, sek sek oynayarak, paten kayarak büyümüştüm evle okul arasında… Yeşildi sokaklar… İstanbul gençti, güzeldi, asildi… çok özeldi.

Kıyısında köşesinde bir heykeli, bir sütunu, oyması kakması, bir ağacı olmayan, Türkiye’ye özgülüğünü hissettirmeyen köprüler, kuleler, yollar, binalar, geçitler, gökdelenler şehri şimdi İstanbul… bizim tarihimize seslenen hiçbir eser yok artık, her taraf beton yığını ve çöp içinde. Birkaç tepe görünüyor yeşil o da neredeyse şu martıların hatırına…

Yılda bir ektiğimiz üç beş laleye sığındık, avunuyoruz. Global dünyanın medeniyet kopyası yeni bir şehir… Koruma altına alınması gerekirken harap edilen… Tüm tarihi güzelliklerimiz gibi. Sahip çıkamadığımız… O nefis cami manzaralarının arkasında gökdelenler, arkadaşlarımıza şaka yapıp iki parmakla kulak diktiğimiz fotoğraflardaki gibi, dalga geçiyorlar sanki İstanbul’la…

Neslişah Sultan’ın güzel gözleri geldi aklıma bir gece önce ekranda ölüm haberini aldığımız, aniden başını bana çevirince martı. Aynı derin, gururlu bakışlar, aynı sürmeler, aynı dik duruş… Kalemle çizilmiş yüzler, güçlünün güçsüzü ezmekten zevk aldığı, yok edilmeye çalışılan yaşamlar…

İnsanoğlunun saygısızlığının, değer bilmezliğinin, kibirinin altında ezilmemiş, yeni nesillere anlatacak çok şeyi olan hikayeler yaşamları. İstanbul masalları… İçe akılıtan gözyaşları… İstanbul büyüdükçe, İstanbul efendileri gittikçe, bu şehir tüm güzelliklerini çöp yığınları içine gömdükçe yalnızlaşan, hüzünlenen, yok olan ağaçlar, kuşlar, balıklar, prensler, prensesler.... Hepsi içiçe hikayeler.

“Sonunda dönebildim ülkeme, çok mutluyum” diyordu bir sohbette Neslişah Sultan “çıkıp yürüdüğümde görüyorum ki dedelerimin dönemine ait bütün güzel eserler, gurur duyuyorum, parçası gibi hissediyorum…” Doğru söylüyordu. Turist çeken, ‘değer’ olarak korunmaya çalışılan, dünyada adı geçen mimari eserler hep cumhuriyet öncesinden. Bırakın yenilerini eklemeyi, iki yeşil bırakmadık yanlarında…

Sanmayın ki bu dünyada hikayeler kopuk kopuk, gözyaşları başka nehirlere akar… Acı tatlı, sıradan ya da mucizevi bütün hikayeler birbirine teğet geçer, toplanır, büyür, sonra minik parçalara ayrılır yine yayılır evrene… herkes payına düşeni alır, yürür, gider. Bu yüzden sevebilmek çok önemli. Sevebilmek ve sayabilmek. İnsanı, hayvanı, çevreyi, komşuyu, yeşili, maviyi…

Geçmişimizi sevebilmek, sahip çıkabilmek… Geçmişine sahip çıkmayan, bugüne gelen değerleri kucaklamayan, geleceğe de sahip çıkamaz. Değer veremez bastığı toprağa. Medeniyet denen tek dişi canavarı gerçekten medeniyet sanır sonra boğulur gider çöp yığınları arasında.

(BUGÜN)