Sevgili Ali Sirmen, perşembe günkü “Milli Egemenlik, İlkelliğin Egemenliği” başlıklı yazısında, benim salı günü yazdığım, “İlkelliğin Saldırısı, İlkelliğin Egemenliği” yazımdan hareketle “Milli İrade” ve “Milli Egemenlik” kavramlarını sorguluyordu.

Yazısına “Değerli okurlarım,

Bu sütunda pek reklam yapıldığına tanık olduğunuzu sanmıyorum, ama bugün Cumhuriyet’e övgü ile başlayacağım. Çünkü gazeteden hâlâ keyif alıyorum” diye başlamıştı.

Bu konuda Ali Sirmen ile aynı duyguları paylaşıyorum…

Ben de Cumhuriyet’i büyük bir keyifle okuyorum:

Büyük medyanın yer vermediği pek çok önemli haberi oradan öğreniyorum…

Yazar arkadaşlarımın görüşlerinden yararlanıyorum…

Hele hele dış dünya ile ilgili olarak gerek ana gazetedeki, gerekse eklerdeki yazılar, Cumhuriyet okurlarına başka hiçbir gazetede olmayan pek çok bilgi, görüş ve yorum sunuyor.

Son kitabım “ABD’nin Siyasal İslamla Dansı”nı yazarken bu gerçeği bir kez daha yaşadım...

Cumhuriyet’te çıkan haberler, yazılar, yorumlar, ABD’de basılan önemli raporlar kadar bana ışık tuttu.

***

“Milli İrade” kavramı ile ilgili olarak üç saptırma söz konusudur:

Birinci saptırma, sadece iktidarın aldığı oyların “Milli İrade” olarak nitelenmesidir:

Oysa her rejimde iktidar olur, ama sadece demokratik rejimlerde muhalefet vardır ve hiç kuşkusuz bu muhalefet de “Milli İradenin” bir parçasıdır.

Muhalefetin haklarını veya görüşlerini kapsamayan, yok sayan bir “Milli İrade” kavramından söz edilemez!

İkinci saptırma, yapılan seçimlerin veya referandumların niteliğiyle ilgilidir:

“Milli İrade” ancak, belli zaman aralıklarıyla tekrarlanan, her görüşün açıklanmasına ve temsiline eşit olanak tanıyan, şeffaf, adil seçimler sonunda bir anlam taşır.

Bu koşullara uymadan, ortaya bir sandık konularak yapılan seçim veya referandum sonuçları asla “Milli İrade” olarak nitelenemez!

Örneğin, yasa çıkarılarak karşı propagandanın yasaklandığı 12 Eylül 1982 Anayasası referandumu bu nedenle meşru değildir.

Üçüncü ve belki de en önemli saptırma, “Milli İradenin” sınırları konusunda görülür:

Kurallarına uygun olarak yapılan seçimler veya referandumlar bile, demokrasiyi ve insan haklarını ihlal eden kararlar alınmasını meşru kılamaz.

Nitekim, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra demokrasinin olmazsa olmaz kurumları arasına giren anayasa mahkemeleri, iktidarları bu sınırlar içinde tutmak için kurulmuştur.

***

Ali Sirmen, yazısında Hitler örneğini vererek “Milli İrade” kavramının sınırlarını (aslında “Milli İrade” kavramından biraz farklı olan “Milli Egemenlik” ile birlikte) sorguluyordu.

Ben ülkemizdeki örnekler açısından yine 1982 Anayasası örneğini anımsatmak istiyorum:

Demokrasiyi ve insan haklarını ihlal eden kararlar, halk tarafından ezici bir çoğunlukla kabul edilmiş olsa bile, “Milli İrade” kavramıyla meşrulaştırılamaz…

Her yaptıklarını “Milli İrade” kavramının arkasına sığınarak savunmaya çalışan bugünkü iktidar mensupları, yerden yere vurdukları 1982 Anayasası’nın yüzde 92 oyla kabul edildiğini unutmamalıdır!

***

Not: Türkiye’de büyük haksızlıklara uğrayan doktorların yarınki oda seçimlerine katılarak kendi mesleklerine ve sorunlarına sahip çıkacaklarına inanıyorum.

(Cumhuriyet gazetesinden alınmıştır)