Dün 30 Ağustos 1922 Dumlupınar zaferinin 90. yılını kutladık. Yakın tarihimizle ilgili tartışmalar bir yana, bu zafer aziz milletimize bir diriliş, yeniden ayağa kalkma fırsatı verdiği, işte 90 yıl sonra bölgesinde yıldızı parlayan bir ülke olmanın kapılarını açtığı için büyük değer taşıyor.

Bu zaferin mimarlarını, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, kahraman ordumuzun ebediyete göç etmiş vatansever bütün mensuplarını şükranla yâd ediyoruz.

Evet, bugün askerî vesayet rejiminden demokratikleşmeye doğru büyük bir değişim yaşıyoruz. Bir sorgulama, yüzleşme döneminden geçiyoruz. Ancak dikkat etmemiz gereken çok önemli bir husus var. Kurum olarak Türk Silahlı Kuvvetleri ile bu kurumun içinde cuntacılık mayalamış, bir dönem "sol devrimi" ordumuza ihale etmeye kalkmış olanları ayırt etmek lazım.

Ordu bizim ordumuzdur. Bulunduğu coğrafyada, tarihî ve milli müktesebatıyla Türk Silahlı Kuvvetleri'nin caydırıcılık vasfının yüksek bir güce ulaşması, geleceğimiz adına hayatidir. Güçlü demokrasisi, güçlü ekonomisi, iç bütünlüğünü sağlamış, barış içinde kalkınan güçlü Türkiye'nin güçlü ordusu; dostlara güven, hasımlara da "ne yapacaksan bir defa daha düşün" ihtarını yapar. Onun için vesayetten demokrasiye geçiş tartışmalarında, kurum olarak TSK ile onun bünyesinde bir ur gibi zaaf oluşturan cuntacılığı karıştırmamak gerekir.

Tarihin ikazlarını da hatırlamalıyız. Osmanlı'da uzun dönem Yeniçeri'nin birtakım azgınlıkları olmuştur. Kendi hükümdarlarını işkence ile öldürmüşler, zehirlemişler, Yavuz Sultan'ın çadırına ok atılmış... Taht kavgalarında en büyük rolü üstlenmişler.

Ama aynı Yeniçeri, Belgrat'ta savaşmış, Viyana'da savaşmış... "Dört asır, beş asır milletin namusunu, şerefini, haysiyetini, toprağını, istiklâlini; başındaki komutanlarıyla korumuş..." Tarihteki olayları, o günün kahramanlarını ve aktörlerini yargılarken, insaf ve objektiflik elden bırakılmamalıdır. Bugünün mantalitesiyle, dünün şartlarını, imkânlarını, algılarını, tertiplerini dikkate almadan yapılacak değerlendirmeler yanlış olur. Bir de bunlara önyargıları, öfkeleri eklerseniz, sadece at gözlüğü takmış olursunuz.

Ergenekon davasıyla özdeşleşen yargılama sürecine de bu hassasiyetle bakılmalıdır. Kabul etmeliyiz ki bu konuda pek çok hata yapıldı, üslup kaymaları oldu. Makul insanlara şimdi düşen bir sorumluluk var. Yeni bir değerlendirme yapmalıyız. Şahıslara takılmadan, hissiyata kapılmadan ayarları kontrol etmeliyiz. Evvela yargı nihai kararını verinceye kadar kimse "yargısız infaz" insafsızlığına sapmamalıdır. Yaşanan hukuki bir süreç var. Kesin hükümlerden kaçınmalıyız. Her defasında, "iddiaya göre, iddia edildiğine göre" kaydı düşülmelidir.

Eldeki delillere, belgelere, ifadelere göre o darbe teşebbüslerinde bulunduğu iddia edilen şahıslar, güçlü oldukları dönemlerde kendilerinden olmayanlar için fişlemeler, ihraçlar, düşmanlıklar, yargısız infazlar yapsalar bile, üslubunu namus bilenler onlara benzememelidir. "Ergenekoncular"a bakıp, cuntacılara bakıp, geçmişte bakan, başbakan asan darbecilere bakıp, bütünüyle Türk Silahlı Kuvvetleri'ni karalayamayız, zan altında bırakamayız.

Biz millet olarak bu müesseseye "Peygamber Ocağı" demişiz. Bir yönüyle tarihimiz onun omuzlarında bayraklaşmış. Yanlış yapan kadrolara, kendi milletinin değerlerine itibar etmemiş adamlara bakıp bu ocağı bütün bütün karalamak kendi ayağımıza kurşun sıkmak olur.

Bugün toplumun makul çoğunluğunun arzusu şudur: Böylesine hayati bir müessese milletin değerlerine, sevgisine layık olmalıdır. Çağımızda ülkeleri güçlendiren evrensel insani değerler üzerinde yükselen, eşit vatandaşlık, genişletilmiş özgürlükler ve hukukun üstünlüğü ile taçlanmış bir demokrasidir. Güçlü ordu, güçlü demokrasiyle, huzur ve refah içinde kalkınan bir toplumun askerleriyle olur. Asıl gaye; ordusunu seven bir halk, halkına saygı duyan bir silahlı kuvvetlerdir...

(Zaman gazetesindne alınmıştır)