Türkiye ve dünya konuşa dursun Hama, Homs, İdlib derken Beşar el Esad, ağır silahlarla sivil halka karşı gerçekleştirdiği katliamların alanını genişletiyor. BM eski Genel Sekreteri Kofi Annan’ın Şam’daki temasları da kan akıtılmasını, bir an için dahi olsa, durduramadı.

Annan’ın bu durumda Türkiye’de görüştüğü Suriyeli muhalifleri Şam rejimi ile müzakereye ikna edebileceği kuşkulu. Esad’ın muhaliflerle eşit statüde görüşmeye razı olacağı da zaten son derece şüpheli.
Özetle, Rusya’nın diplomatik ve büyük olasılıkla askeri desteği ile Çin’in diplomatik desteğini alan Esad açısından bakarsak, cinayetlerine son vermesi için herhangi bir neden yok. Tam aksine BM Güvenlik Konseyi’nin bu iki daimi üyesi kendisini daha da cesaretlendirmiş bulunuyor.

Ankara Şam rejimini en ağır şekilde eleştirirken, Türkiye’nin en üst kademelerinden gelen “dış güçlerin Suriye’ye müdahalesini istemiyoruz” şeklindeki açıklamalar bile Esad için rahatlatıcı oluyor. Türkiye’nin ulusal güvenliğini ve çıkarlarını gözeterek Suriye’ye askeri olarak hiçbir şekilde bulaşmaması gerektiğini başından beri savuna geldim.
Bu görüşümü hâlâ koruyorum. Türkiye’nin böyle bir müdahalede bulunması halinde Ankara’yı uzun yıllar uğraştıracak faktörlere işaret ettim. Suriye ile tarihten gelen sıkıntılı ilişkilerimizin bulunması ve mezhepsel hassasiyetlerin olması, ayrıca sınırdaş ülke olmamızın getirdiği bir dizi potansiyel olumsuzluk bunların başını çekiyor.
Ancak bu hassas durum Ankara’dan Suriye rejimini rahatlatacak açıklamaların yapılmasını gerektirmiyor. Kaldı ki Suriye’deki gidişat Türkiye’yi yıllar önce Bosna’da olduğu gibi “dış güçlerin müdahalesini” onaylayacağı hatta isteyeceği bir noktaya doğru yavaş yavaş itiyor.

Ankara’nın bu karışık tutumunun Suriyeli muhaliflerde de belli bir hayal kırıklığına yol açtığını görüyoruz. Al Jazeera kanalında muhalifler adına konuşan bazı Suriyelilerin söyleminde bunu açıkça hissedebiliyoruz. Bu açıklamalardan, Başbakan Erdoğan’ın Esad’a karşı sert söyleminden etkilenen bazı Suriyelilerin başta “Türkiye bizi kurtaracak” hevesine kapıldıklarını, ancak şimdi bunun olmayacağını gördüklerini çıkarmak mümkün.

Nitekim dün Al Jazeera’nın günlerdir Suriye’deki vahşeti kurşun yağmuru altında dünyaya yansıtan cesur muhabiri ve yakın arkadaşım Anita McNaught ile bir telefon görüşmesi yaptım. Canlı yayında da söyledi zaten. İdlibliler Erdoğan çıktığında televizyonu artık kapatıyorlarmış.

Bu durumda Suriyeli muhaliflerin, Ankara’nın müdahale etmesini istemediği “dış güçlerden,” yani Batılı ülkelerden medet ummaktan başka çareleri kalmayacak gibi görünüyor. Rusya ve Çin gibi “dış güçlerin,” Esad’dan yana zaten müdahale ediyor olmaları ise bu olasılığı arttırıyor.

Şu anda bu konuda vicdanen herhangi bir rahatsızlık duymadıkları görünen Rusya ve Çin’in bundan dolayı ilerde sıkıntı yaşayıp yaşamayacaklarını zaman gösterecek. Ancak bu iki ülkenin gelecekte Çeçenleri, Dağıstanlıları, Uygur Türklerini veya Tibetlileri öldürürlerken dünyadan gelecek siyasi müdahale girişimlerine karşı emsal yaratmak istemedikleri anlaşılıyor.
Bu iki ülkenin, herhangi bir askeri boyutu olmayan, ambargo çağrısında dahi bulunmayan, Şam rejimini sadece gerçekleştirmekte olduğu katliamlar nedeniyle kınayan tasarıları dahi veto etmelerine başka bir anlam vermek mümkün değil.
Bu tutumları aynı zamanda, yeni ve bir yanda kendilerini demokratik sayan, diğer yandaysa hangi koşullarda sağlanırsa sağlansın “iç istikrarı” ön plana çıkaran ülkeler arasında yeni bir soğuk savaşın haberciliğini de yapıyor.

Anti demokratik yapısı ayyuka çıkmış olan Putin’in seçim kampanyası sırasındaki sert Batı karşıtı söylemi de buna işaret ediyor. Bu durumda Moskova’nın gelecekte hangi tür rejimlerin hamiliğini yapacağı da netleşiyor.

Suriye’deki eli kanlı rejime kimin dur diyebileceği muamma olarak önümüzde dururken, Türkiye’nin bu yeni soğuk savaşın hangi tarafında kalacağı da yakın geleceğin önemli konularından biri olacağa benziyor.

(Milliyet)