Sabri Ülker’in bir kulpunu Başbakan Tayyip Erdoğan’ın tuttuğu tabutuna uzaktan baktığımda bugünlerimizin oluşmasında en büyük paylardan birinin sahibinin artık aramızda olmadığı kafama ‘dank’ etti. Bir sanayiciydi, bir vizyonerdi, bisküviyle başlayıp tam tekmil bir gıda imparatorluğu inşa etmiş başarılı bir işadamıydı...

Tamam da, bunlardan çok daha fazlasıydı Sabri Ülker...

İçimi kasvet bastığında, günümden keyif alamaz hale geldiğimde hemen başvurduğum ‘Ülker gofret’in mucidiydi. Eşime sorarsanız, “En iyi fıstıklı çikolatayı yapan kişi” diye tanımlayabilir... Çocuklarım onun adını taşıyan çeşitli ürünlerle büyüdüler...

‘Çay saati’ gibi bir kavramı bulunmayan ülkemizde ‘Ülkersiz çay saati düşünülemez’ sloganıyla bisküvi satan adamdı Sabri Ülker...

Fatih Camii’nin avlusunu dolduran kalabalık arasında ‘Ülker’ markasıyla tanışmamış biri herhalde yoktu; Türkiye’de yoktur...

Hiç tanımadım, hiç yüz yüze gelmedim Sabri Ülker’le; yine de şunu biliyorum: Ülkemizin en öndegelen hamiyet sahiplerinden biriydi; muhtemelen birincisiydi. İyice gençliğimde, içinde yer aldığım her projede, sıra maliyete gelip tıkanıldığında, hep onun adı telâffuz edilirdi. Dergi çıkaracaksak, “Ülker’den reklâm alırız” denirdi sözgelimi; ya da bir hayır işi söz konusuysa, birileri, “Sabri Bey’e gidelim” derdi mutlaka...

Kimseyi kapısından çevirdiğini duymadım.

Şimdi pek hatırlayan yoktur; 1960’lı yılların en etkili dergilerinden biri Kemalettin Şenocak tarafından çıkartılan, babamın ilk sayısından itibaren abone olduğu ‘İslâm Mecmuası’ydı. Dergi gençler arasında şiir ve nesir yarışması açtığında, dönemine göre bayağı yüksek olan ödülleri koyan kişiydi Sabri Bey... Şiirde Hüseyin Hatemi’nin, nesirde İsmail Lütfi Çakan’ın birinci olduklarını hatırlıyorum.

12 Eylül öncesi ve sonrasını Ülkücü kesim içerisinde yaşamış Ötüken Yayınevi editörlüğünden emekli Erol Kılınç o günlere dair anılarını şu yakınlarda yayınladı. ‘Damla Damla Yaşadıklarım’da gayretli bir Ülkücü’nün yetişmesi, eğitimi, toplum içinde karşısına çıkan zorluklar anlatılıyor. Anılarının son bölümünde (s. 309 ve devamı) bir hamiyet âbidesinin hakkını teslim ediyor Erol Bey: Sabri Ülker’in...

Açılan davalarla baş etmekte zorlanan Ülkücü câmianın “Ne yapabiliriz?” sorusuna cevap aradığı bir dönemde, Sabri Bey, kendiliğinden “Destek olmak isterim” demiş... “Birkaç yıl boyunca bu hayırsever zata her hafta muntazaman gittim. Topkapı’daki fabrikaya belki işçilerinden bile erken geldiğini gördüm. Beni özel kalem müdürünün odasında izzet-ü ikram ile karşılayıp bir çay içimlik bile bekletmeksizin yüklü miktarlardaki parayı ellerinden sebil suyu gibi mutlulukla akıtarak verirdi. Bunu hiç sektirmedi.”

Bunları başka kişilerden de aynı dönemde teberru ve yardım toplayan biri yazıyor. Yardım için gelen genci biraz bekletecek olsa nezaket ve mahcubiyetinden defalarca özür dilermiş Sabri Ülker...

 

Daha sonra topluca bir meblâğa ihtiyaçları olmuş “Zekâtınızdan...” diye yine ona gitmişler; hiç yüksünmeden yine yüklü miktarlarda yardımda bulunmuş...

Uzunca anlatmamın sebebi, teşekkür için gidildiğinde Sabri Ülker’in kendilerine söylediklerini de nakletme arzum... “Olur mu efendim, estağfurullah” diye sözlerini kesmiş ve şunları söylemiş: “Para nedir ki? Allah işimizi rast getirdi, işte kazanıyoruz çok şükür. Asıl biz size teşekkür ederiz, biz size minnettarız. Kazancımızın bir nebzesini gerçekten ihtiyacı olanlara salimen ulaştırmak bugünlerde her babayiğidin yapacağı iş değildir. Bu sebeple size asıl biz teşekkür ederiz. Siz bize hayır dua kazandırıyorsunuz. Allah sizden razı olsun.”

Ne güzel değil mi?

Kimbilir kaç gencin yetişmesini sağlayan girişimlere katkıda bulunmuş, nice hayır işinde sessizce ve mahviyetini bozmadan ön açıcı roller üstlenmiştir. Sabri Ülker’le o anlamda da bir ilişkim olmadı, fakat ‘Ülker’ reklâmı bulunan pek çok yayında yazılarım çıkmıştır.

Allah rahmet eylesin.

(Star)