30 Ocak 1968'de Güney Vietnam'daki ABD birlikleri ve Vietnam ordusu, güne Vietkong militanlarının büyük saldırısıyla başladı. O güne kadar vur kaç taktikleriyle düşmanlarına büyük kayıplar verdiren komünistler, bu kez yaklaşık 80 bin kişilik bir kuvvetle 100'den fazla köy ve şehirde saldırıya geçmişlerdi.

Kimse böylesine akıldışı bir şeyi beklemiyordu. Özünde bir ordu formatında ve kabiliyetinde olmayan gerillaların bu saldırısı kısmen bir intihar eylemi niteliğindeydi. Karşılarındaki ordunun kapasitesi korakor bir mücadelede yenilgiyi zaten garanti ediyordu. Bu denli büyük bir güçle ancak vur kaç taktiğiyle, yani gerilla harbi şeklinde savaşmak mümkündü. Oysa bu kez Vietkong birlikleri korunmasız bir biçimde cephe savaşına giriyorlardı, yenileceklerini bile bile. Nitekim beklenen oldu.

Tarihe TET savaşı olarak geçen bu ani saldırı, ABD ve Güney Vietnam güçleri tarafından çok kanlı bir biçimde bastırıldı.  On binlerce Vietkonglu hayatını kaybetti. Çatışmalar kesin olarak ABD üstünlüğüyle sonuçlanmıştı. Lakin bu zaferin ürettiği psikolojik sonuçlar hiç de beklendiği gibi olmadı. Aksine saldırı Vietkong'a büyük bir psikolojik üstünlük sağlamış, terörist ya da gerilla olarak nitelendirilen bir grubun algısı bir orduya dönüşmüştü. 2. Dünya Savaşı'nın muzaffer ABD güçleri ise 'onlarla yüz yüze dövüşmeye kimse cüret edemez' algısından uzaklaşmış, çapulcuların bile dövüşmeyi göze alabildiği sıradan bir orduya dönüşmüştü.

Amerikan kamuoyundaki algı bundan daha da beterdi.
Kimsenin kazanılmış bir zaferle ilgilendiği yoktu. Vietnam'a gönderdikleri ordularının karşısında bir başka ordu vardı ve sanıldığı gibi ABD'nin gücünden korkmuyorlardı. Büyük bir hayalkırıklığı ve endişe yaşanıyordu. Halbuki Vietkong çatışmanın başlarından beri en ağır can kaybını vermişti. TET saldırısı ABD'nin askeri bakımdan kazandığı ancak her şeyin sonunda Vietnam'dan çekilmek zorunda kaldığı bir mücadelenin kırılma noktası oldu.

Gelin, savaşların 'ne zaman kazanıldığı', 'neye rağmen kazanıldığı', 'kim tarafından kazanıldığı' ve 'gerçekten kazanılıp kazanılmadığı' gibi soruları bir kenara koyalım. Bugün gelinen noktaya baktığımızda, psikolojik muharebenin cephede ateşli silahlarla yapılandan çok daha şiddetli olduğu net olarak görünüyor. Bir medya ve enformasyon çağında yaşadığımızdan olsa gerek, savaşların cephede değil, televizyon ekranlarından kazanıldığını söylesek yanlış olmaz.

İster Suriye'ye bakın, ister Irak'a ya da isterseniz Şemdinli'ye. Durum fazlaca değişmiyor. Herkes ekran görünürlüğü ve ekran galibiyetinin peşinde. Uluslararası mücadeleler de, iç çatışmalar da galibiyeti ilan edecek mekanizmaların cephe dışında olduğunu biliyor ve tribüne oynuyorlar.

PKK'nın Şemdinli saldırısı da psikolojik savaşın bir parçası olarak şekillenmiş gibi görünüyor. Sanki bir intihar saldırısı niteliğinde. Yüzlerce PKK'lı vurkaç taktiğini bırakıp muntazam bir orduya karşı silahlı çatışma başlatmış görünüyorlar. Kazanmaları matematik olarak mümkün değil. Onları bu saldırıya yönlendirenlerin de zaten cephede kazanmak gibi bir dertleri yok. Ucu ister Esad'a uzansın, ister Kandil'e hiçbir fark bulunmuyor. Gerçek cephenin medyada açılacağını biliyorlar. 

Onlar, bu saldırının yaratacağı 'bölünme fobisinden', 'iktidar zafiyeti retoriğinden', 'şehitlerimizin kederinden' ve 'Türkiye'ye başkaldırabilme cüretinden' beslenecekler. Psikolojik savaşın bütün araçlarıyla bu saldırıyı parlatıp cilalayıp önümüze sürecekler.

Böyle savaşlarda zaferi ordudan beklemek en büyük yanlış olur. Onlar zaten kapasite farkının ve sayısal üstünlüklerinin karşılığını alırlar. Lakin psikolojik savaşın kazanılması siyaset adamlarının ve istihbaratın görevidir. Burada yetersiz kalınırsa sadece dış politikada değil, iç siyasette de ciddi kaymalar olacaktır. Şemdinli'yi kaybedenin bir daha seçim kazanması hayal olur.

(Akşam gazetesinden alınmıştır)