2005’in temmuz ayı, günlerden cuma… Yer Heybeliada’ın tepesinde bir evin bahçesi… Ben o gün hayatımda geriye dönüp “iyi ki yapmışım” dediğim şeylerden biri olan Heybeliada’da ev tutma eyleminin keyfini bahçede fasulye ayıklayarak çıkartıyorum.

Kedim için siesta vakti, ayaklarımın dibinde miskinliğin dibine vuruyor.

Hava sıcak ama imdadımıza hafif bir rüzgar yetişiyor.

İki odalı evim, şato gibi bir evin bahçesinde tek katlı bir kulübe. Ana yoldan görünmüyor, gelen arkadaş, eş, dost o şato gibi evin bahçesine  girip oradan bizim eve yani bizim gizli cennetimize  ulaşıyor. Bahçede oturuken deniz tabak gibi görünüyor, o bahçede duyduğum iki ses vardı vapurların sesi, martıların çığlığı. 

İşte o fasulye ayıkladığım cumartesi farklı bir şey oldu, yukarı doğru birilerinin geldiğini farkettim.  O gün kimseyi beklemiyordum, gelecek olanlar mutlaka haber verirdi ama belki bir arkadaşım sürpriz yapacaktı. Uzaktaki sesler yakınlaştıkça 2 yetişkin bir de çocuk olduklarını ve hiç tanımadığımı gördüm. Bir şey soracak olsalar anayoldan tırmanıp niye buraya gelsinler ki diye düşünürken erkek olan yarım bir Türkçe ile sordu “Mahmut bey burada mı?”

“Burada öyle birisi yok” derken hatırladım bizden önceki evin sakinlerinin adını ve hemen ekledim: “Onlar eskiden burada oturuyormuş. Şimdi biz taşındık.”

Adamın yüzünde bir hüzün vardı, bahçeye baktı iç geçirdi, bir bardak su istedi, suyu verirken “biraz oturup dinlenmez misiniz” dedim. Oturdular.

 “Kahve içelim beraber” dedim, onlar da orta şekerli seviyormuş. Kahveleri içerken adamla sohbete başladık. Karısı da Türkçe anlasa da eşi kadar iyi konuşamıyordu. Adam da biz konuştukça bana ve ona çeviri yapıyordu.

Kediyle oynamaya başlamış olan çocuk o sırada bize döndü ve babasına rumca bir şeyler söyledi, adam da bana çevirdi: “Hani çok büyük bahçe demiştin baba, burası o kadar da büyük değilmiş!”

Birden şaşırdım, adam bu bahçeyi biliyordu hem de çok iyi biliyordu, çünkü bu evde büyümüştü, çocukluğu bu evde bu bahçede, bu haşmetli dut ağacının tepesinde geçmişti. “Ben çocukken bu bahçe benim gözüme öyle büyük geliyordu ki. Demek ki çocuk gözüyle her şey faklı görünüyormuş insana” dedi.

İkisi de İstanbul’da doğmuş, adam Heybeliada, karısı da Kurtuluş’da oturuyormuş. Aynı okulda okumuşlar, çok gençken birbirlerine aşık olmuşlar.

Hayat mutlu, mesut devam ederken Heybeliada’daki bu evde bir akşam “taşınma” detaylarını konuşan anne babasını duymuş evin oğlu. “Neler oluyor” diye sormuş. Annesi ağlayarak anlatmış. “Yunanistan’a gidiyoruz ama bu bir sır kimseye söylememeliyiz, güvenliğimiz için” demiş.

Oğlanın kafası karışmış, taşınmak umurunda değil ama deli gibi aşık olduğu kızı nasıl bırakacak diye bütün geceyi uyur uyanık geçirmiş. Okulda ilk teneffüste hemen bulmuş kızı ve olanları anlatmış. Kız ona birden sarılmış “çok sevindim” demiş fısıltıyla. Meğerse bir gece önce onlar da aynı konuyu konuşmuş.

Sonraki günler çok hızlı geçmiş ve bir hafta sonra Yunanistan’da yeni bir hayata başlamışlar. Birkaç yıl sonra da evlenmişler. İstanbul onlar için hep bir “özlem şehri” olarak kalmış. Babası üzüntüden bir yıl sonra ölmüş. Annesinin odasının duvarlarında  ise İstanbul fotoğrafları varmış.

“Bir çocukluk arkadaşımla mektuplaşıyorduk bana eski oturanların ismini vermişti. Yıllarca çocukluğumun geçtiği bu eve geleceğim hayaliyle yaşadım. Demek bugüne kısmetmiş.”

O hikayeyi bitirdiğinde üçümüzün de gözleri nemliydi.

*

Bugün 6 Eylül… 1955’deki 6-7 eylül olayların yıldönümü. 6-7 eylül 1955'de 15 kişi  öldü,  4214 ev, 1004 işyeri yağmalandı. 73 kilise, 1havra,1 manastır 5317 mekan ateşe verildi.

İstanbul’un bir parçası olan Rumlar’ın kaçışları bu tarihle başlamış. Daha sonra 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra da devam etmiş. Şimdi Heybeli’de birkaç ev kalmışlar.

Yunanistan’a gittiğimde doğma büyüme Tarlabaşılı olan Yorgo şöyle demişti, “orada bize Rum diyorlardı burada da İstanbullu diyorlar yani hep dışarıda tutulanız”

Bugün 6 Eylül ben de bunları hatırladım. Dilerim kimse ülkesinden kendi isteği dışında uzaklaşmak zorunda kalmasın…