Kendimi bildim bileli Türkiye insan hakları açısından sorunlu bir ülkedir. 1970’lerde sırf bu yüzden Türkiye’ye gelmekten korkan yabancılar tanıdım. “Gece Yarısı Ekspresi” filminin Avrupa’da yaşadığım o yıllarda bu kadar tutması da, Türkiye’ye seri halde yöneltilen işkence ve kötü muamele suçlamalarıydı. Filmin arkasındaki Türk aleyhtarı lobi bu iddiaları başarıyla aleyhimizde kullanmıştı.

Türkiye’ye o dönemde yöneltilen bu suçlamaların “mesnetsiz olmadığını” ise şimdi 12 Mart ile 12 Eylül hakkında ortaya çıkan gerçeklerden biliyoruz. Fikir özgürlüğüne saygısızlık ve bu nedenle gazetecilerin içeri tıkılması işine gelince, bu Türkiye’de neredeyse her iktidarın zamanında olmuştur. AKP iktidarı altında da durumun farklı olmadığını görüyoruz.

Raporlara bakmaya gerek yok
Hatta basın özgürlüğü açısından ne Menderes hükümetini ne de askeri iktidarları aratmayan bir dönemden geçiyoruz. Bu nedenle de Başbakan Erdoğan’ın BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kabulünün 63. yıldönümü dolayısıyla yayınladığı mesajı okurken, “herhalde farklı bir ülkeden söz ediyor” diye düşünmek elde değildi.
Erdoğan’a göre “Türkiye, her geçen gün daha da olgunlaşan demokrasisiyle, insan haklarına, hukuk devleti ilkesine olan bağlılığıyla dünyada ve bölgemizde örnek bir konumda yer alıyormuş.” Özetle Erdoğan’ın Libya’nın devrik diktatörünün elinden “Muammer Kaddafi İnsan Hakları Ödülünü” alması kadar trajikomik bir durumla karşı karşıyayız.
Ancak, Erdoğan’ın sözlerinin Türkiye’deki gerçek durumu yansıtmadığını anlamak için Batılı insan hakları kuruluşlarının raporlarına ihtiyacımız yok. Bu açıdan acıklı halimizi anlamak için her gün farklı bir vahim hak ihlalini ortaya çıkaran medyamızı takip etmek yetiyor.

İzmir’de bir karakolda kelepçeli kadına karşı ağır şiddet uygulayan polislerin durumu bunun en son somut kanıtıdır. Bu insan hakları rezaletine medya el atmasaydı ne polisin kendi içindeki “denetim mekanizması” ne savcı, ne bakanlık ne de başka resmi kuruluş olayın üstüne gitmeyecekti.
Erdoğan’ın sözlerini daha da garip kılan şey ise insan hakları konusundaki mesajını yayınladığı sıralarda AİHM’ye hangi ülkeden ne kadar başvuru yapıldığına dair istatistiklerin ortaya çıkmasıydı. Bu istatistiklere göre mahkemeye yapılan başvurular açısından Türkiye ikinci sıradaymış.

İhlal ve garipliklere girmeyelim
Bu yetmiyormuş gibi, başvuru rakamı 2010’da 15 bin 200 iken, 2011 Kasım itibariyle 16 bin 800’e çıkmış. AİHM’nin Türkiye’den gelen şikâyetler üzerine verdiği 2 bin 573 kararın 2 bin 245’inde ise insan hakları ihlali tespit edilmiş.
Öte yandan, uluslararası basın özgürlüğü endekslerinde yerlerde sürüdüğümüzü, kadın ve çocuk hakları açısından ise geri kalmış ülkeler arasında sayıldığımızı artık dünyada Türkiye ile ilgili olup da bilmeyen kalmadı. Ergenekon ve Balyoz gibi davalarda özendiğimiz Avrupa müktesebatına göre var olan hukuki garipliklere ve bariz hak ihlallerine ise burada hiç girmeyelim.
Hal böyle olunca Başbakan Erdoğan’ın “demokrasisiyle, insan haklarına ve hukuk devleti ilkesi” açısından Türkiye’nin “her geçen gün daha da olgunlaştığını” neye dayanarak söyleyebildiği anlaşılır gibi değil. Türkiye’de gün be gün yaşanan hak ihlallerini ortaya çıkaran ise bunu yapması gereken hükümet veya resmi kurumlar değil, sonuç itibariyle bağımsız medyadır.
Erdoğan’ın medyaya duyduğu antipatinin önemli bir nedeni de böylece daha iyi anlaşılıyor. Hükümeti insan hakları ve fikir özgürlüğü gibi konularda Türkiye adına dünyaya toz pembe bir görüntü vermeye çalışırken, “hain medya” geliyor ve işe çomak sokarak bunun doğru olmadığını kanıtlıyor.

Hükümet ve destekçileri kızabilirler ama yaşatılan tüm sıkıntılara rağmen, “Allah’tan özgür medya ve cesur gazeteciler var” diyoruz. Bununla da kalmayıp, “Allah’tan AİHM var” diyoruz.
Bunlar da olmasaydı, insan haklarını denetlemesi gereken resmi kurumların bir işe yaramadığı Türkiye’de hakları ihlal edilenler için hiçbir umut kapısı olmayacaktı.