Bugün sizler için hazırladığım “Yeni Savaşların Gizli Yüzü” adlı 3 bölümlük yazımı sunacaktım ancak eski DEP Milletvekili Sedat Yurtdaş’ın yazdığı son analizini çok önemsediğim için sizlerle paylaşmadan geçmek istemedim.

Kürtlerin en esnek ve barış yanlısı olan Yurtdaş, enetellektüel birikimiyle de son derece donanımlı biri. Yurtdaş’la fikirlerimiz farklı olsa da kalemini çok beğenirim.

İşte Yurtdaş “Barışı Iskalamadan” adlı analizi: ‘Yüzyılın barışı!’nı gerçekleştirme iradelerinin her zamankinden çok daha güçlü bir şekilde ortaya çıktığı -kayıtsız kuyutsuzmuş gibi- müzakerelerin yapıldığı, hayati adımların atıldığı, iyimserlik yanında dönemsel kötümserliklerin kısa sürelerle aşıldığı bir zamandan geçiyoruz. Meselenin ‘köklü ve kalıcı çözüm’ünden başka yol yok! Ortadoğu gibi, ‘yangın yeri olmaya devam eden’ ve her an nereden çıkacağı belirsiz bir güçlü fırtınayla, çevresindeki ‘her şeyi/herkesi, toplumlar/devletler/örgütler diye bakmadan’ etkisi altına alma potansiyeli olan bir coğrafyada olduğumuzu unutmadan davranmak şart.

Dolayısıyla ‘savsama, öteleme, hele kandırmaca’nın da artık ne yeri ne zamanı! ‘Olabildiğince’ açık, şeffaf ve katılımlara olanak veren çok yönlü çalışma sürecini hızlandırmak sürecin doğası gereği.

Herkes, Türkler, Kürtler, Lazlar, Çerkesler vd., örgütler, partiler, kurumlar, STK’lar, aydınlar vd. ‘yarın geç olmadan’ olanaklarını seferber etmek ve sorunları çözmek göreviyle yüz yüze. Bu durum da gelişmeleri anı anına izlenmeyi ve tutum almayı gerektiriyor.

Bu nedenledir ki bir yanda Erdoğan’ın, hükümetin, AKP’nin, devletin ilgili kurumlarının, diğer yanda ise Öcalan’ın, Kandil’in, KCK’nın, BDP’nin, Kürtlerin bulunduğu bir barış sürecini hep birlikte, dikkatle izliyoruz. Her söze, her bilgiye anlam yükleyerek neler olabileceği konusunda fikir yürütmeye çalışıyoruz. Bu açıdan Başbakan’ın geçen hafta başında Türkmenistan’dan dönüşte, uçakta yaptığı açıklamalar oldukça önemliydi.

Önemi, üzülerek belirtmeliyim ki zamanın ruhunu yakalamasından değil, ‘zamanın ruhunu ıskalaması’ndan geliyor.

‘Demokratikleşme Paketi’ni kasteden Başbakan, “...çalışmamı bitirdim. Bu hafta ilgili kurullarda bir görüşme daha yapıp önümüzdeki günlerde açıklayacağız. Geneliyle duyduğunuz şeyler ama bir-iki sürpriz olabilir” dedi. Açıklayacaklarından çok, artık ‘bir-iki sürpriz’e dikkat kesileceğiz.


Ardından, bütün Kürt siyasal çevrelerinin, STK’larının ve sıradan halkın çok geniş kesimlerinin ortak bir talebi olan, hatta AKP’ye oy verenlerin de önemli bir kısmının talebine dönüşmüş bulunan, şu aralar hükümetle aralarında bir kavga/didişme halinin var olduğu anlaşılan Fethullah Gülen ve hareketinin de genel olarak yerinde bulduğu ‘anadilde eğitim’in Kürtçe ve diğer talep olunacak dillerde yapılmasının önünün açılmayacağını okuyoruz. Sadece devlet okullarında değil, özel okullarda da!

Devamla “Biz, ülkemizi bölecek konular üzerinde AK Parti olarak adım atamayız” demesi, yüz yıllık meselenin çözümünü önüne koymuş bir başbakanın ‘anadilde eğitim’ konusunu ‘ülkeyi bölecek bir konu’ olarak gördüğünü, bir kez daha şaşırarak okuyoruz.

Söyledikleri, geleneksel devlet aklının, -Gezi’yi yaşamış- Ulusalcıların ve aynı kategoride yer alan CHP’nin söyledikleri ve yaptıklarıyla –son olarak ‘Erbil’siz Kürdistan Bölgesel Yönetimsiz Irak-Maliki-Bağdat ve mümkün olmayan Necef-Kerkük ziyaretiyle’- aynı. Oysa en basitinden ‘Âkil İnsanlar’ın iki aylık çalışmalarının sonunda hem ayrı ayrı hem de ortak raporlarında anadilde eğitimi önerdiklerini -henüz kamuoyuna tümden açıklanmamış olsa da- biliyoruz.

Şüphesiz ‘konu’ geleceğe, belirsizliğe ve geçmişte yapıldığı üzere ‘seçim hesaplarına kurban edilmeyecek’ kadar hayatidir.

Yine devamla, PKK’yı, Abdullah Öcalan’ı da kapsayacak ‘Genel Af’ konusunda da “Asla bir genel af söz konusu değil... Kişilere karşı suçlarda, kişiler af yetkisine sahiptir. Devlete karşı suçlarda devletin yetkisi vardır” diyerek kişilere karşı işlenen ağır suçlarda af olamayacağını, devlete karşı suçlarda ‘devletin yetkisi’ olduğunu ama bir düzenleme niyetlerinin olmadığını söylemiştir.

Hukuk çevrelerindeki genel kanaat, genel affın sık sık çıkması ve/veya çıkacağı beklentisinin, cezalarda caydırıcılığı azaltan adli suçlarda artışa neden olduğu yönünde. Bu itibarla gerçekte de Türkiye’nin ihtiyacı olan ‘af türü’, siyasal sebeplerle yaşanmış/yaşanan Kürtlerin dil, kültür, kimlik, örgütlenme ve yönetime katılım çerçevesinde suç addedilerek cezalandırılan/cezalandırılmak istenen söz ve eylemlerinin suç olmaktan çıkarılması ve toplumsal barışın gerçekleşmesi için gerekli ortamın sağlanmasıdır. Bu adımların atılmasını zorunlu kılan da budur.

Son ‘40 yılı çatışmalı, 50 bin insanın ölümüyle sonuçlanmış, 100 yıllık bir çatışmanın sebeplerini’ noktalayacak olan, gerçek dönüşümlere, geçmiş siyaset ve yönetim anlayışından geriye dönülmez bir politik tutuma duyulan kaçınılmaz ihtiyaçtır.

Bu gerçeği Başbakan da, danışmanlar ordusu da, partisi ve devletin ilgili kurumları da iyi biliyor. Aksini düşünmek ‘abesle iştigal’ olur! “Öyleyse bu ‘görmezci ve öteleyici’ dilden amaç nedir?” sorusuna cevabım ise Başbakan’ın Kürtler dışındaki kamuoyunu, yerel seçimleri, cumhurbaşkanlığı seçimlerini ve genel seçimleri hesaplayarak konuştuğu, plan-program yaptığıdır. Bunca yaşananın ardından, işin esaslı noktalarından birinin ‘temsilde adaleti gerçekleştirme’ olduğu ve ‘seçim barajının indirilmesi’nin şart olduğu da gözden kaçırılmamalıdır.

Aynı konuşmada, bir ezberi tekrarla: “Kürt Ulusal Kongresi ile ilgili FKÖ benzetmesi... yanlış. Onlar, kendi toprakları gasp edilmiş, mücadele veren insanlar. Kürtlerin böyle bir sorunu var mı? Filistinlilerin pasaportu bile yok. İsrail verirse çıkıyor. Benim ülkemde Kürt vatandaşımın böyle bir sorunu var mı? Burada hangi örgütü kuracaklar?” Çeşitli karşılaştırma, hatırlatma ve mevcut durum üzerine çok şey söylenebilir.

Ancak konuyu dağıtmadan, Kürt Ulusal Kongresi’nin 100 yıllık, kurumsal olarak ‘Osmanlı Devleti’ne, ‘halk olarak da Kürtler’e yapılan bir tarihsel dayatmanın adı olan ‘Sykes-Picot’ düzenini ‘Başûr/Güney’in yıkmasının’ ardından, Kuzey, Doğu ve ‘Batı/Rojava’ için de ‘ölü ilan etme töreni’ olmasıdır. Ezberler bozulmaya devam edecek. Giderek daha çok konuda ortak, uygulanabilir politikaların oluşmasına zemin oluşturulacak.

Diğer cephede ise KCK, “Oyalama politikasına izin verilmeyecek!” diyor. Kürt sorununun kalıcı çözümü için adım atmaya çağıran Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı, “Hükümetin çözümsüzlük ve oyalama politikalarına tutum alacağız” diye açıklamada bulunuyor. 1 Eylül-15 Ekim arasında adım atılmazsa ‘süreci askıya alacaklarını’ söyleyen Eşbaşkan Bayık’ı yanıtlayan Bakanlar Atalay ve Ergin, “Siz üzerinize düşeni yapmadınız!” dediler. Bu konudaki görüşlerimi ‘Biz bize barışın sonu’ yazısında dile getirmiştim.

Bu durum, her birimizde acaba tarihsel anlamda bir kez daha ‘barış ıskalanıyor mu?’ endişesini doğuruyor. Neyse ki, açıklamanın devamında, “Hükümet 1 Eylül’de adım atmazsa, Öcalan’ın Newroz deklarasyonundaki paradigmaya uygun sözcüklerle, ‘Silahlı mücadeleyi düşünmüyoruz. Başka yollar var’ dediğini ve Ergin’in de ‘TMK’ya (Terörle Mücadele Kanunu) ihtiyaç kalmayabilir’ini” okuyoruz.

Zaman ve mekânın değeri, dış politikada izlenen ‘değerli yalnızlık’ olarak tarif edilen/itiraf edilenin aksine ‘hem yalnız hem de yanlış’ yolun, artık ‘maceracı’ bir çıkmaza girdiğinin anlaşılacağının da bir garantisi yok.

Bu itibarla demokratik, siyasal, barışçı mücadelenin çeşitleneceği bir zaman diliminin bizi beklemekte olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Kürtlere ‘istediğim zaman, istediğim kadarıyla’ veririm zannıyla idare etmenin mümkün olmadığı, hava kadar, su kadar bir gerçek olduğu da kabul edilmeli.”diyor Sedat Yurtdaş…