Zorunlu askerlik toplumun asker karşısında boyun eğdirilmesi sisteminin özüdür.

İstiklal Caddesi’nde yürüyorum, solcu olduğunu iddia eden bir gazetenin satıcısı bağırıyor: “Parayı ver, askerden kaç...” Bir dönem benim de içinde yer aldığım bu ‘solcu’ hareketin, ‘zorunlu askerlik’e itiraz etmeyerek, ‘parayı ver askerden kaç’ klişesine sığınması, yüreğime dokundu.
Dünyanın çoğu yerinde, ‘zorunlu askerlik’ militarist sistemin asıl temeli olmaya devam ediyor. Gelişmiş ülkelerin çoğunda zorunlu askerlikten hızla uzaklaşılıyor, ‘vicdani ret’ yaygınlık kazanıyor.
AB, Türkiye’ye ‘vicdani ret’ nedeniyle uyarıda bulundu ve aralık ayına kadar bu hakkı tanımasının zorunluluğu yönünde karar aldı.
Bir kısım solcular, Kemalistler ve MHP’liler ortak bir koro halinde, ‘zorunlu askerlik’ uygulamasının esas olarak şu anki haliyle devamından yana bir duruş sergiliyorlar. Devlet Bahçeli, ‘vicdani ret’ hakkını yasalaştırmaya hazırlanan hükümetin teklifini şöyle değerlendirdi: “Yakışıksız ve densiz bir teklif.”

 ‘Asker millet’ efsanesi
 ‘Asker millet’ olduğumuz görüşü aslında bir efsaneden ibaret. Neredeyse 1922 yılından bu yana bir ulusal savaş görmedik. 
Geçmişte göçebe Türkmen aşiretleri yaşadıkları koşulların gereği savaşçıydı. O coğrafyada ve o koşullarda savaş kaçınılmazdı. Osmanlı İmparatorluğu da savaş üzerine kurulu bir sistemle büyüdü.
O dönemlerin dünyasının gerçeği biraz da buydu. İyi örgütlenebilen ordulara sahip olmak, zenginliğin ve üstünlüğün temeliydi. Savaş ve silah her dönemde uluslararası güç ve rekabet yarışında tayin edici bir rol oynadı. Bu, günümüzde de kısmen böyle.
Günümüzün rekabet dünyasında üreten, buluş yapan, yaratıcı olan ülkeler ve milletler üstünlüklerini kabul ettiriyorlar. ABD’nin orduya ve silah sanayiine ayırdığı kaynaklar elbette devasa boyutta. Ancak askeri güç, günümüzde ancak sanayideki, bilgi teknolojisindeki, tarımdaki, kültürdeki (hatta hizmet sektöründeki) yaratıcı ve üretken yapılarla ilişki içinde olabildiği oranda bir anlam ifade edebiliyor.

 Kim kimi yönetecek?

‘Zorunlu askerlik’ toplumun asker karşısında boyun eğdirilmesi sisteminin özüdür. Hangi özelliklere sahip olursanız olun, askerde rütbesiz bir asker karşısında bile bir ‘hiç’sinizdir. Dayak, hakaret, psikolojik baskı gibi şeyler, en sıradan ‘komutan’ın bile üstünlük gösterisi olarak karşımıza çıkar.
Yeterince gelişememiş ülkelerin çoğunda, askerlerin siyasetin, ekonominin ve yönetim mekanizmasının içindeki varlıklarını (ve olağanüstü boyutlara ulaşabilen imtiyazlarını) yoğun şekilde hissedebiliriz.
Hâlâ böyle bir sistemin anayasasıyla yönetildiğimizi, hâlâ Genelkurmay Başkanı’nın protokolde Milli Savunma Bakanı’nın önünde konumlandığı bir ülkede yaşadığımızı hatırlatmama bilmem gerek var mı? ‘Vicdani ret’in (Devlet Bahçeli’nin ifadesiyle) ‘densizlik’ olarak görülebilmesi, işte bu kültürün bir sonucu.
Bedelli askerlik tartışması ve ‘vicdani ret’ uygulamasına geçiş süreci, doğrudan doğruya ülkemizdeki ‘sistem’in geleceğini ilgilendiriyor. Tartışmanın düğüm noktasında şu soru var: “Asker sayısı ve askerlik süresiyle ilgili konularda kim tayin edici olacak? Halkın seçtiği meclisler mi, yoksa üniformalılar mı?”
Başbakan Yardımcısı Arınç’ın “Askerin ihtiyaçlarını göz önüne alacağız” ifadesiyle karşılaşınca bir an duraksadım. Çeşitli konularda askerin görüşlerinden de yararlanılmasında bir anormallik yok. Tabii, eskiden askerin fikri alınmıyor, dediği kabul ediliyordu. Avrupa’daki bize yakın düzeyde nüfusa sahip olan İngiltere, İtalya, Almanya gibi ülkelerden kat kat yüksek miktarda askere ve dünyanın neredeyse en yüksek general sayısına sahip olmamız, bu mantığın sonucunda mümkün olabildi. Askerin ‘asker sayısının yetersizliği’ şeklindeki klasik ısrarının devam edebilmesi, bu mantığın hâlâ süregelen bir uzantısı. Ancak asker sayısı, askere bırakılmayacak önemde bir siyasi mesele...