Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı önümüzdeki sonbaharda onuncu yılını dolduracak. Bu on yıllık iktidarında AKP'nin iki farklı yüz sergilediğinin sanırım hemen herkes farkında.

Bir yanda geçen yüzyılın ikinci yarısı boyunca süren askeri-bürokratik vesayet düzenini sona erdirmeye yönelik reformların öncüsü, AB ile katılım müzakerelerini başlatan AKP var; öte yanda da reformlara fren yapıp, vesayet düzeninin bürokrasiye sağladığı ayrıcalıkları sahiplenerek iktidarını pekiştirme çabasında olan AKP...

Yakınlarda ABD'nin tanınmış Foreign Affairs dergisinde yayımlanan "The Turkish Paradox / Türk paradoksu" başlıklı bir makalede (27 Haziran) Michael J. Koplow ve Steven A. Cook, AKP'nin söz konusu iki yüzünü şöyle ifade ettiler: "AKP hem demokrasiyi kucaklıyor, hem de kötüye kullanıyor..." Bir eliyle bireysel, dinsel ve ekonomik özgürlükleri genişleterek Türkiye'yi daha açık bir toplum haline getirirken, öteki eliyle açık toplumu kısıtlamakta...

Bu paradoksu hemen herkes görüyor. Peki, bu paradoks nasıl açıklanabilir? Bunun için sanırım önce, AKP iktidarının üç ayrı dönemden geçtiğini dikkate almak gerekir. Başbakan Erdoğan'ın "çıraklık-kalfalık-ustalık" olarak nitelediği dönemlere tekabül etmeyen bu dönemler şöyle ayrılabilir: Birincisi, kabaca 2005 sonuna kadar devam eden, AB'nin katılım müzakerelerine başlama kararını almasını sağlayan reformlar, "Sessiz Devrim" dönemidir. Bu reformlar AKP iktidarına gerek Türkiye halkının, gerekse dünyanın teveccühünü kazandırmıştır.

İkincisi, vesayet düzeninin efendilerinin askeri ve yargısal darbe girişimleriyle AKP iktidarını kuşattıkları, elini kolunu bağladıkları, kabaca 2009'a kadar devam eden dönemdir. Bu dönemde AKP, iktidarını yerleştirme mücadelesi vermek durumunda kalmıştır. Üçüncü dönem ise, AKP'nin vesayet düzeninin efendilerinin etkinliğini iyice sınırlandırıp iktidarını yerleştirdiği; demokrattan çok muhafazakâr kimliğini ön plana çıkardığı; temel Kemalist yasaları ve yapıları yerinde bıraktığı dönemdir.

"Türk paradoksu"nun izahına dönersek, birçok etkenden söz edilebilir, ama başta gelenleri şunlar olabilir: Birinci olarak, AKP bir yüzüyle "İslami Kemalist" olduğu, yani bir yanıyla Kemalizm'e bağlı olduğu söylenebilir. Zira İttihatçı-Kemalist, devletçi-milliyetçi-laikçi endoktrinasyon (beyin yıkama) Müslüman Demokrat akım üzerinde de derin izler bırakmıştır. Bu izler yalnızca AKP'de değil, Türkiye'nin devletçi-milliyetçi sosyalistlerinde, laikçi liberallerinde ve laikçi-milliyetçi Kürtlerinde de görülebilir. (Bkz. "AKP İslami Kemalist midir?" 26 Ocak ve "İslami Kemalizm'in Kökleri Nerede? 19 Nisan başlıklı yazılarım.)

İkinci olarak, denebilir ki AKP yönetimi bürokratik vesayet düzenini yeterince denetimi altına aldığına hükmettiği için, iktidarını sürdürmek amacıyla eski düzenin hâkimleriyle üstü örtülü bir anlaşmaya yönelmiş; darbeciler TSK saflarından temizlendikten sonra, siyasete müdahale edilmesinin askeriyeyi yıprattığına ve profesyonel görevlerini aksattığına inanan komutanlarla "birlikte yaşama" kararına varmıştır. Şimdilerde TSK siyasetten uzak durmaya, hükümet de askerin işine karışmamaya çalışmaktadır. (Uludere bombalamasının ve Suriye açıklarında düşürülen uçak olayının, hükümetin tanıdığı yetkiler çerçevesinde TSK'nın inisiyatifiyle gerçekleşmiş operasyonlar olabileceğine dair kuşkular artmakta.)

Üçüncü olarak, Başbakan Erdoğan'ın 2014'te, tercihan anayasaya girecek yarı-başkanlık sistemiyle, olmazsa bugünkü yetkileriyle Cumhurbaşkanı seçilmek üzerine kurduğu strateji üzerinde durulabilir. Bunun için AKP hükümeti, generallerle "birlikte yaşama" dengelerini bozacak işler (reformlar) yapmaktan kaçınıyor olabilir.

ÖZÜR: 19 Nisan tarihli yazımda Şerif

Mardin'in Türk İslamı'nın istisnai özelliği üzerine makalesinin Türkçe'ye çevrilmediğini yazmıştım. Oysa geçen yıl İletişim Yayınları'nın bastığı Bütün Eserleri dizisinin 10. kitabında mevcut.

(Zaman gazetesinden alınmıştır)