Düşünebilmek, insanoğluna ikram edilmiş en büyük nimettir…

Dikkat ettiyseniz “akıl” demedim; “düşünebilmek” dedim!

Çünkü her akıl sahibi, maalesef yapıcı düşünebilmeyi beceremiyor…

Pek çok kişi duygularına yenik düşüyor ve aklını onlar için köleleştiriyor!...

Duygularına esir olmak” tabiri vardır ya, işte ondan bahsediyorum…

Akıl ve duygu arasında hiyerarşik bir ilişki kurmak doğru değildir…

Her ikisinin yolu ayrıdır… Kullanıldığı yerler farklıdır…

Bir vidayı duygularınızı kullanarak sıkıştıramazsınız… O problemi tornavida bularak çözecek olan sadece akıldır…

Aynı şekilde, bir annenin bebeğine karşı yapması gereken fedakarlığı da akıl ile yaptıramazsınız…  O da ancak duygu ile olur…

İslam coğrafyasındaki  meşhur,  “biz nasıl bu hale geldik?” sorusunun cevabı biraz burada yatıyor gibi…

Son iki asırdan bu yana; aklımızı kullanmamız gereken yerde duygularımızı; duygularımızı kullanmamız gereken yerde de aklımızı kullanıyoruz…

Bilim ve teknolojideki gelişmeleri duygularınızla takip edemezsiniz…

Öfke veya kızgınlığınız sizin bir şey icat etmenizi sağlayamaz!...

Sevgiyi ya da korkuyu kullanarak matematik problemi çözemezsiniz!...

Elementler, birilerinin merhameti sayesinde keşfedilmemiştir…

Yer çekimini bulan Newton’a bu konuda yol gösteren aklı olmuştur, duyguları değil…

Şimdi, “düşünebilmek” meselesine tekrar dönelim…

Araf Suresi’nin 179’ncu ayetinde şöyle buyurulur:

  • Yemin olsun ki biz, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Bunların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.”

Ayette de görüldüğü gibi, düşünce kapısını açan anahtar sadece “akıl” değildir… “Kalplerimiz” de aynı işi görür…

Yani, kalplerimizle de biz bir çok şeyi kavrayabiliriz… Mesela, Allah’ın varlığı, kainatın ölçüsü, yaşamın anlamı gibi…

Yeter ki her aracı yerli yerinde kullanmasını bilelim… Börek yerken kaşık, çorba yerken çatal kullanmayalım!...

Gönül adamlarımızdan biri şöyle diyor:

  • Her aklın bir kalbi, her kalbin de bir aklı vardır!...”

O halde; iki asır önce kaybettiğimiz, akıl ve kalp arasındaki o dengeyi bulalım… Ve yeniden aslına uygun olarak inşa edelim…

Böylece, davranışlarımız ile niyetimiz örtüşsün… Doğruluk ile güzellik aynı yerde buluşsun!...

Kalpsiz bir akıl, amaca götüren her yolu meşru sayar!... “Rasyonalizm” denilen şey tam olarak budur…

Devlet ve toplum bütünlüğü misali, aklımız ve kalbimiz de aynı çatı altında ve aynı yönde yürüyebilmeyi öğrenmek zorunda…

Ne aklımızı duygularımıza, ne de duygularımızı aklımıza esir etmeyelim…

Bu ayrışma yüzünden koca bir Türk-İslam medeniyetini ellerimizle yok ettik!...

Bilimi, sanatı, zamanı ve mekanı kaybettik…

Daha da ötesinde; kendi kimliğimizi hatırlamak yerine, başka başka kimliklere bürünmeye kalktık!...

Bazen, kalpten yoksun bir akıl ile; bazen de akıldan yoksun bir kalp ile yol yürüdük…

Hal böyle olunca, sağlıklı “düşünebilmek” mümkün mü?

İsrail zulmü karşısında kılını kıpırdatmayan; mermilerle ölen bebekler karşısında yüreği bir nebze olsun acı duymayan dünyanın izahı budur…  Kalpleriyle değil, sadece akıllarıyla düşünmelerinin başka bir sonucu olamaz zaten!...

Bizim medeniyetimize gelince; beyinde ve yürekte uzun zamandır aklı ihmal etmenin sancılarını çekiyoruz!...

Duygularımızı anında zirveye çıkarabiliyoruz ama; çözüm için ne yapabileceğimiz konusunda doğru dürüst bir fikir üretemiyoruz… Marka boykotu yapmaktan başka bir şey düşünemiyoruz!...

Bugünkü halimizi kundaktaki bebeğin haline benzetiyorum:

  • Hızlı bir şekilde, sevgi ve şefkat gibi duyguları öğrenen;  fakat sorunlarını çözmek için,  “agu… gu...” seslerini çıkarmaktan başka elinden bir şey gelmeyen şu bebeğin…