Alman felsefe ve sosyal bilim geleneğinin derinliklerinden gelen bir terim olarak Zeitgeist günümüzde özellikle siyaset bilim literatüründe daha fazla kullanılmaya başladı. Türkçeye “zamanın ruhu” olarak tercüme edilebilecek bu mefhum, aslında dünyamızın ne kadar küçüldüğünün ve ne kadar da birbirine entegre olduğunun da bir göstergesidir. Mecelle’de geçen “ezminenin teğayyürü ile ahkamın da değişeceği” şeklindeki hüküm zamanın eskiye oranla daha hızlı aktığı ve beraberinde değişiklikleri de getirdiği ve insanların bu değişikliklerden etkilenerek hayatlarını ve çevrelerini değiştirmek istediklerinin de bir başka açıdan tespitidir.

Değişim, herhalde dünyanın içinde bulunduğu bu zamanların en önemli kavramlarından birisi olsa gerek; eğer “zamanın ruhu” tek bir kelime ile ifade edilecek olursa bu da galiba değişim olurdu. Mesela, Mısır’da Enver Sedat’ın suikast sonucu öldürülmesini hatırlayanlar ve günümüzde Tahrir Meydanı’na şahitlik edenler bu değişime bizzat tanıklık etmiş olacaklardır. Sedat’a düzenlenen suikastte makineli tüfekler kullanılırken Hüsnü Mübarek’in devrilmesinde milyonların katıldığı sokak gösterileri arasındaki en önemli fark birisinde şiddetin kullanılması diğerinde ise barışçı yollardan bir liderin iktidarının sona erdirilmesi bahsedilen değişimin bir sonucudur.

Arap Baharı denilen olgu da aslında bu değişimin –ya da en azından insanların değişim isteklerinin- somut, elle tutulur, gözle görülür bir neticesidir. Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da değişim aslında Türkiye’de AK Parti’nin iktidara gelmesi ile başlamıştır. 20. yüzyılı faydasız ve lüzumsuz laiklik tartışmalarıyla geçiren Türkiye 21. yüzyılın başında bu ideolojik çekişmelere son vererek demokratikleşme, insan hakları ve hukukun üstünlüğü ilkelerine daha fazla önem veren Türkiye faydasız çekişmelere son verince ekonomik olarak da güçlenmeye başlamış, sağlam ekonominin getirmiş olduğu güçle de eskiden tüm komşularıyla düşman iken “sıfır problem” siyaseti ile artık daha fazla ekonomik ve sosyal ilişkiler geliştirmeye başlamıştır. Bu siyaset artık meyvelerini vermeye başlamış ve Türkiye bölgesinde lider konumuna gelmeye başlamıştır. Türkiye’nin geçirdiği bu değişimin bölgedeki diğer ülkelere –daha doğrusu halklara- örnek olmaması imkansızdı. Nitekim Tunus’la başlayan ve Mısır’la devam eden Libya ve diğer bölge ülkerinde halklar Türkiye’ye bakarak kendilerinin de benzer bir şekilde daha demokratik ve daha insani koşullarda yaşama arzularını her ne kadar demokratik ortamlarda yaşamasalar da demokratik yollardan değiştirmeye karar vermişlerdir.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da kendi ülkesinde gerçekleştirdiği devrim niteliğindeki demokratikleşme ve sivilleşme sürecinin bir nevi devamı sayılabilecek gelişmeleri ve o ülkelerin halklarını desteklemek üzere bölgeye yapmış olduğu ziyaret de beklenildiği gibi oldukça coşkulu bir şekilde geçmiştir.

20. yüzyılda bölgede hakimiyetini sürdüren Amerika Birleşik Devletleri ve bazı Avrupa ülkeleri artık bu hakimiyetlerinden vaz geçmek ve bölgenin liderliğini Türkiye’ye vermek zorundadırlar. Zamanın ruhu böyle bir değişimi zorunlu kılmaktadır. Bölgede halkların taleplerini reddeden diktatörler iktidardan düşmeye devam ettiği müddetçe İsrail-Filistin sorunu da kendiliğinden çözülecektir. Bugün İsrail başbakanı Netanyahu son gelişmelerle birlikte artık iyice köşeye sıkışmış ve kendi kendisini yalnızlaştırmak ve ördüğü duvarların arkasına saklanmak zorunda hissetmektedir. Eskiden bölgedeki dikta rejimlerine güvenen İsrail’in artık Amerika’dan başka destekçilerini yitirmiş ve önümüzdeki günlerde Birleşmiş Milletler’e tam üyelik müracaatı yapacak Filistin karşısında güvenebileceği tek ülke olarak Amerika’dan veto etmesini beklemek zorunda kalmıştır.

Bütün bu değişime sebep olarak başbakanın ziyaret etmiş olduğu Arap Baharı ülkelerinde ağzından düşürmediği ve hepsine tavsiye ettiği bir kavram olan laiklik önemli bir rol oynamaktadır. Aslında AK Parti’nin iktidara geldiği ilk günden bu yana en büyük başarısının bu alanda olduğunu kabul etmemiz gerekir. Zira, büyük bir yanlışlıkla Fransa’dan alınmış ve Türk toplumuna ve sosyo-kültürel yapısına pek de uygun olmayan laïcité yerine Anglo-Sakson tipi secularism tercih edilmiş olsaydı ülke bugün çok daha başka yerlerde olabilirdi. İşte Türkiye’deki değişim aslında Fransız tipi laiklikten Anglo-Sakson tipi sekülarizme geçiş sürecidir. Türkiye’de artık İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu gibi devletin kendi bünyesi içinde yer alan dini unsurlara eşit mesafede yer alan ve onların özgürlüklerine saygı gösteren bir rejim oluşmaya başlamıştır. Nitekim, Tayyip Erdoğan’ın kastettiği laiklik bu çerçevede anlaşılmalı ve kendisine bu konuda en fazla çekinceli yaklaşabilecek Mısır’daki Müslüman Kardeşler teşkilatının siyasi kanadı olan Hürriyet ve Adalet Partisi de ne dini ne de laik bir rejim istemeyip “dawla madaniyya” yani sivil bir devlet istemektedirler. Böyle bir istek de Türkiye’de olduğu gibi İslam ve demokrasinin birbiriyle bağdaşabileceğinin başka ülkelerde de kabul gördüğünün bir işaretidir.