Çocukluk anılarımdan bugüne kadar unutamadıklarım arasında yer alanlarından birisi şehrimizde yaz aylarında açılan fuarlarda her sene aynı yerde ziyaretçileri karşılayan bir traktör firmasının standıydı. Ülkemizin tahıl ambarı olarak bilinen şehrimizde bu stand, fuarın her sene ziyaretçilerin dikkatini çeken ve mutlaka uğranması gereken önemli bir köşesiydi. Benimse standın hemen yanıbaşında yer alan ve işaret parmağı günlük hayatımızda bir işareti yaptığımız gibi yukarıda olan kocaman bir el heykeli dikkatimi çekerdi. Bu yukarı kalkmış olan işaret parmağının üzerinde ise ön tarafındaki küçük lastiklerinin birinin üzerinde yer alan ve kendi ekseni etrafında sürekli dönen bir traktör yer alırdı.

 

Çember şeklindeki heykelin kaidesi üzerinde de etrafını dolaştıkça okunabilecek bir yazı benim gururumu okşardı: Bir Türk Dünyaya Bedeldir. Muhtemelen bu traktör yerli üretimdi –30 veya 40 sene öncesinde %100’ü yerli bir traktör üretebileceğimizi sanmıyorum ama neyse—ve bir Türk onu işaret parmağının ucunda çok rahat döndürebilirdi. Belki de traktörün kalitesinin dünya standartlarında olduğunun altı böylesine bir tasarımla potansiyel müşterilere anlatılıyordu. O günlerden beri “Biz bize benzeriz”, “Türkün Türkten başka dostu yoktur”, “Ne Mutlu Türküm Diyene” ya da “Bir Türk dünyaya bedeldir” gibi deyimleri her duyduğumda aklıma bu traktör standı gelir ve gülümsemekten kendimi alamam.

 

Cumhuriyetin kuruluş aşamasında kurucu elitlerin yeni bir ulus-devlet yaratırken büyük bir imparatorluğu devir aldıkları ve böylesine tarihsel derinliği olan mirasın üzerine yeni bir yapı oluşturmanın zorluğu karşısında ülkede yaşayan insanları dış dünyaya kapatarak içeride bu yeni devletin temellerini atmaları ve hatta henüz yeni ve zorlu bir istiklal mücadelesi vermiş bu insanların dış dünyaya kapatılırken onların özgüvenlerini yeniden sağlamak amacıyla bazı deyim ve atasözleri uydurulması bir dereceye kadar kabul edilebilir bir tutum olabilirdi. Ancak bu geçici dönemin uzaması veya birbirini takip eden çeşitli siyasi iktidarlarca uzatılması en azından teknoloji çağı olarak adlandırılabilecek günümüzde kabul edilebilir veya teknolojik olarak mümkün de olmayan bir durumdur.

 

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasında en büyük etkenlerden birisinin de o güne kadar dış dünyaya kapalı bir Demirperde’nin arkasında tutulmaya çalışılan bir milletin uydu antenleri vasıtasıyla kendilerinin dışında daha cazip bir dünyayı keşfetmesinin olduğu da söylenir. Benzer şekilde Ayetullah Humeyni sürgün hayatı yaşadığı Fransa’dan ses kasetlerini İran’a göndererek bir devrim gerçekleştirmiştir. Bugün ise aynı İran, halkının Türk dizilerini seyretmesini engellemek için uydu antenlerine bir savaş açmış durumdadır. Dış dünyayı tanımanın en önemli araçlarından birisi olan internetin kullanımının kontrol altına alınmaya çalışılması da otoriter rejimlerin sıklıkla başvurdukları bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla günümüzde bir halkın toptan dış dünyaya kapalı olarak tutulması pek mümkün gibi görünmemektedir.

 

Türk halkının dışa kapalı ve sadece kendisiyle ilgilendiği dönem artık oldukça başarılı bir dış ilişkiler siyaseti ile çoktan geride kalmış olmasına rağmen o dönemin izlerine günümüzde de rastlanmaktadır. Kendisinin dışında bir dostu olmayacağına inandırılan Türk halkı dış dünyadan gelebilecek her türlü uyarı veya isteği hemen kendi içişlerine bir müdahale olarak algılamaktadır. Mesela, Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde olan ülkemizde oradan gelebilecek isteklerin hep bağımsızlığına bir tehdit olarak algılanmasının temelinde de Soğuksavaş döneminin kapalı toplum yapısı vardır.

 

Son günlerde ülkemizde yürütülen futbolda şike soruşturması da ilginç bir şekilde eski dönem korkularının yeniden gün ışığına çıkmasına sebep olmuştur. Bu soruşturmanın ilk günlerinden itibaren soruşturma kapsamına giren futbol kulüplerimize verilebilecek cezalar tartışılırken hep bir dış gücün (UEFA) kendi “iç” işlerimize karışacağından tedirgin olan futbol otoriteleri bizim, kendimizin (Türkiye Futbol Federasyonu) bu soruşturmayı kısa sürede bitirerek gerekli işlemleri yapmasında ısrarcı olmuşlardır. Ancak işler onların istediği gibi hızlıca sonuçlandırılamayınca dış gücün (UEFA) müdahalesi kaçınılmaz olmuş ve bir kulübümüzün Şampiyonlar Ligi’ne katılması engellenmiştir. Taraflı-tarafsız futbol dünyasındaki bütün aktörleri oldukça rahatsız eden bu sonucun vahameti, rakip bir takımın teknik direktörünce “keşke futbol hayatım bitseydi de bu kulübün Avrupa kupalarından men edildiği bu günü görmeseydim” sözleriyle çok açık bir şekilde dile getirilmiştir. Eğer bu kulübümüzün bir dış güç tarafından değil de kendi futbol otoritemiz tarafından Avrupa kupalarına gitmesi yasaklanmış olsaydı olay bu kadar vahim olarak değerlendirilmeyecekti.

 

Dolayısıyla, Türklerin kendilerinden başka dostları olmadığına ve herkesin düşman olarak görülüp gösterildiği bir ortamda yetişen bu nesil zaman zaman spordan siyasete kadar farklı alanlardaki en küçük adaletsizliklerde --sayın Başbakanın verdiği “one minute” tepkisinde de olduğu gibi—eski sanal korkuları canlanmakta ve aşırı duygusal bir tavır takınmaktadır. Yabancı ülkelerin spor takımlarıyla yapılacak müsabakalar öncesinde de hakemlerin milliyetleri ve bir takım özelliklerinin kamuoyuna bildirilmesi de hep bu tedirginlik halinin bir devamıdır.

 

Türk halkı artık kapalı toplum gibi davranmaktan vaz geçerek kendisine güvenmeli ve Dışişleri Bakanlığı’nın başarılı siyasetinin de etkisiyle dış dünyaya duygusal tepki göstermeyi bırakarak uluslarası ilişkilerin en önemli aktörlerinden birisi olan bir ülkenin vatandaşları gibi davranabilmeyi bir an önce öğrenmelidir.