Türkiye’nin yumuşak gücü ve bölge ülkelerine etkisi son yıllarda yükselmekteyken farklı anketler ve araştırmalar 2013’te bir kırılma yaşandığını gösteriyor. Bunun sebepleri üzerinde düşünmek ve mevcut yumuşak güç kaynaklarını tekrar değerlendirmek gerekiyor.

 

Arap Devrimleri öncesi ve başlangıç aşamasında Türkiye tecrübesi yakından takip ediliyor, özellikle devrime öncülük eden yeni siyasal aktörler Türkiye’nin geçirdiği değişim ve dönüşümleri bir başarı öyküsü olarak değerlendiriyorlardı. Onlar için Türkiye muhafazakar bir iktidar tarafından yönetilen, doğu-batı değerleri arasında denge kuran, ekonomik kalkınmayı sürdüren, Kürt sorunu gibi konular ile yüzleşebilen bir ülke olarak dikkat çekiyordu. Benzer bir durum bölge ülkelerindeki kamuoyunda gözleniyordu. Dizi filmleri ve müzik gibi Türk popüler kültür ürünleri, vizelerin kalkması ile başlayan seyahatlerin doğurduğu yakınlık, Türki dış politikasının bölgeye açılması ve sıfır sorun siyaseti önemli bir ince/yumuşak güç oluşmasını sağlamıştır.

 

İki gelişme bu algıda kısmen de olsa kırılmalar yarattı. Birincisi Suriye’de rejimin iktidarda beklenenden uzun kalması; ikinci ve daha önemlisi ise Mısır’da askeri yönetimin iş başına gelmesi ile başlayan yeni süreç. Türkiye, Suriye’de Esed, Mısır’da ise Sisi yönetimine karşı açık tavır aldı. Her iki ülkede de devlet kontrolündeki medya bu süreçte Türkiye aleyhine yayınlar yaparak, Türkiye’nin muhalifleri, terör ve şiddet estirenleri desteklediği görüşünü yaymaya başladı. Ayrıca Türkiye’nin bölge için en önemli deneyimi olabilecek “meşruiyete dayalı siyaset” bölgedeki diğer otoriter rejimlerin de benimsemediği bir anlayış olduğundan Türkiye’nin algısı olumsuz yönde etkilendi. Ancak bu noktada yönetici elitler ile halkı birbirinden ayırt etmek; seçkinlerdeki Türkiye algısı olumsuza evrilirken, geniş toplumsal kesimlerde köklü bir değişiklik olmadığını not etmek gerekir.

 

Bir yumuşak güç aracı olarak yükseköğretim

 

Türkiye uzun yıllardır içinde bulunduğu bölgeye mesafeli durmuş; Arap ülkeleri ve İran’dan alınan üniversite diplomalarını dahi eşdeğer ve geçerli saymamış; bölgeni tarihe, kültür ve medeniyetine ilişkin ciddi araştırmalar da yapmamıştır. Hatta El-Ezher gibi üniversitelerden alınan diplomaların denklikleri YÖK tarafından geçmişte geriye dönük olarak iptal edilmiştir. Bütün bu gelişmeler Türkiye’nin çekiciliğini olumsuz etkilemiştir.

 

Bugün gelinen noktada bölge ülkelerinin eğitim kurumları ile yakın ilişkiler kurulmaya; öğrenci ve öğretim üyesi değişim programları başlatılmaya başlanmıştır. Üniversitelerimiz de dış politikadaki açılımlardan esinlenerek kapılarını Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya ve Kuzey Afrika’dan gelen öğrencilere açmıştır. Ayrıca Türkiye devlet bursları ile her yıl artan sayıda yabancı öğrenci de gelmeye başlamıştır. Türkiye’de 170 üniversite olduğu düşünülürse eğitim ve öğretim merkezi olma; beyin göçü ile cazibe merkezine dönüşme açısından büyük bir potansiyelin varlığı gözlenmektedir.

 

Bu arada Türkiye’ye gelen Suriyeli mülteciler de önemli bir insan kaynağı olarak değerlendirilebilir. Türkiye mülteciler konusunda insani bir politika takip etmekle birlikte, sayıların sürekli artmasından dolayı kısa vadeli planlar yapmak zorunda kalmıştır. Bunlar arasında ülkeye sığınanların eğitime entegrasyonu da vardır. Ancak hangi alanda ne kadar öğrenci var; bunlar nerede en iyi şekilde değerlendirilir konusunda kapsamlı bir çalışma henüz yapılmamıştır. Nereden gelirse gelsin iyi yetişmiş beyinlerin her halukarda Türkiye’nin iş, ekonomi, teknoloji ve bilim sektörlerine katkıda bulunabileceklerini unutmamak gerekir. Bu bağlamda Suriyeli mülteciler önemli bir potansiyel taşımaktadır.

  

Türk Diyasporası ve Dış Politika

 

Dış politika ve yumuşak güç açısından bir başka önemli unsur yurt dışı Türkleridir. Sayıları oldukça kalabalık (6 milyon) olmalarına ve pek çok ülke demografik olarak temsil edilmelerine karşın Türk diyasporası uzun süre ihmal edilmiştir. Konuyla ilgili bakanlıkların ne bir özel kurumu, ne de bir bütçesi ve insan kaynağı olmuştur. Bu nedenle Türklerin dışarıda lobi yapması için desteklenmesi ve güçlendirilmesi mümkün olmamıştır. Her ülke için o ülkenin diyasporası kritik önem taşır. Yahudi ve Ermeni diyasporaları bunun en bilinen örnekleridir. Türkiye bu gerçeği geç fark etmiştir. Bugün yurt dışı temsilciliklerin hepsi kapılarını Türk derneklere ve oluşumlara açmıştır. Türkiye’deki dış politika anlayışının da bunda payı olmuştur. Oy verme hakkı bile tanınmayan dış Türklere bu hak da verilmiştir. Ancak burada önemli olan kime oy verecekleri değildir; önemli olan hangi parti iktidarda olursa olsun Türk diyasporası ile etkileşim halinde olacak kurumların oluşturulması ve güçlendirilmesidir.