Abdurrahman Arslan, son iki yüzyıllık tarihimizin ana temasını -mealen- şöyle özetler: "Bundan önce de Müslümanlar yenildi. Mesela Moğol istilalarında, Haçlı seferlerinde. Ama yere düşen hiçbir Müslüman ayağa kalktığında yenilgimin sebebi dinimdir demedi.

İlk defa 19. yüzyılda Osmanlı yenildiğinde sebebini kendi dininde aradı." (Bkz. Umran Dergisi, İslamcılık özel sayısı, sayı: 215, Temmuz-2012.)

Yenilgiyi kabullendikten sonra cevabını aramaya başladığımız soru şu oldu: "Neden yenildik?" Sorunun cevabı çarçabuk bulundu: "Çünkü geri kaldık?"

Ancak bundan önce sormamız gereken sual şu olmalıydı: "Batı karşısında yenildik mi, geri mi kaldık?" İki sorunun birbiriyle bağlantılı olduğu doğru olsa da hangisinin diğerini belirlediği son derece önemlidir. Şöyle ki:

Eğer Batı karşısında askerî olarak yenildiğimiz bir hakikat ise -ki Karlofça Antlaşması'nı imzaladığımız 1699'dan bu yana askerî sahadaki yenilgimizi kabul etmiş bulunuyoruz- neden yenildik, sorusunun cevabı üzerinde odaklanacağız. Öyle de oldu.

Karlofça'da kabullendiğimiz yenilgiden sonra ilerleyen zamanda -bariz olarak 19. yüzyılın ikinci yarısında- Batıcıların ve onlarla eşzamanlı ilk iki nesil İslamcıların tereddütsüz verdikleri cevap "geri kalmışlığımız"dır. Görülüyor ki bu iki soruya cevap arayanları kategorik olarak "Batıcılar" ve "İslamcılar" şeklinde iki gruba ayırmamız güç. Zira "yenildik" diyen iki gruptan biri olan Batıcılar (Türkçüler, liberaller, sosyalistler) ve İslamcılar da yenilgimizi aynı sebebe, yani "geri kalışımız"a bağlamaktadırlar.

Sebepleri bilinebilen bir yenilgi karşısında ne yapılır? Tabii ki sebepler ortadan kaldırılmaya çalışılır. Fakat bu zannedildiği kadar kolay bir işlem değildir, bu kararı vermek ruhsal ve zihinsel bir tutum değişikliğini gerektirir. Burada ya İbn Haldun'un işaret ettiği ruh halini kabulleneceksiniz, yani "mağluplar galibi taklid eder" deyip size ait ne varsa ortadan kaldırıp, galip Batı'yı taklid edeceksiniz veya başka bir yol bulup takip edeceksiniz. Kesin olan şu ki, "kendiniz (Müslüman, Osmanlı, Doğulu)" kalarak düşmanı taklid edemezsiniz. Galibi "düşman" olarak da görüp taklid edemezsiniz. Sizi yenen Batı hem referansınız, yani örnek alacağınız model, size yol gösterecek rehber, size kuvvet ve nusret kazandıracak güç kaynağınız olacak ve fakat aynı zamanda zihninizde onun "düşman" vasfını korumaya devam edecek! Bu tam bir kişilik parçalanması, Daryüs Şayegan'ın deyimiyle "bilinç yarılması"dır. Böyle bir çatışma hali insanı ruhsal olarak hasta eder. Bu açıdan bakıldığında bizim Avrupalılaşma, Batılılaşma, çağdaşlaşma ve yeni versiyonuyla Batı ile uyum politikaları ve küreselleşme, kısaca otoriter modernleşme projelerimizin tamamı kültürel olarak şizofreniktir.

Batıcılar söz konusu bilinç yarılmasına, şizofreniye muztar olmamak için çareyi suçu İslam dinine yıkmakta buldular; İslam'dan neş'et eden akıl, bilgi ve yaşama biçiminden vazgeçip, kendilerini galibin aklına, bilgisine, medeniyetine ve iradesine teslim ettiler. Batıcıların bu karar ve projesine "Osmanlı/Türk modernleşmesi" diyoruz. Bu projenin Saray/iktidar seçkinleri tarafından belirlenmesi, Avrupalılaşma/Batılılaşma olarak tanımlanması ve ana karakteristiğinin "din-dışı" tayin edilmesi tesadüfi değildir.

Şu noktayı da hatırlatmak lazım: Osmanlı Sarayı ve üst sınıfı uzun zamandan beri tefessüh etmiş, İslam'a olan itimadını-özgüvenini kaybetmiş, İslamî hayatı terk etmiş; zulüm ve istibdat, eşitsizlik ve adaletsizlikler, ahlakî dejenerasyon alıp başını gitmişti. Bu haliyle köklü bir arınma-tezkiye sürecinden geçmeden zaten İslam dininin özüne; hayat, kuvvet, nusret ve zafer veren hükümlerine dönemezdi. Kendi suçu ve günahının cezası olarak Osmanlı yenilince suçu ve kusuru amellerinde arayacağına yenilginin sebeplerini İslam dinine mal etti. İşte tam bu ruh ve zihin halinde Osmanlı'nın iktidar seçkinleri galiplerin ideolojisine kendilerini teslim edip dini bir kenara bırakma kararı aldılar.

Batıcılar bütün siyasî versiyonlarıyla geri kalışımızı İslam dinine bağlarken, İslamcılar "geri kalışımız"dan İslam dinini değil, biz Müslümanların tarihte dini yanlış anlama biçimini, dolayısıyla tarihsel mirası (türas) ve geleneği sorumlu tuttular.

(Zaman gazetesinden alınmıştır)