Bir gazetenin, derginin başına gelebilecek en büyük felaket, yayın yönetmeninin risk almaktan; yeni olanı, orijinal olanı yapmaktan korkmaya başlamasıdır. Bu Türkiye’yi yakından ilgilendiren bir meseledir; çünkü birkaçı hariç bugün yayın yönetmenleri orijinal yayın yapmamak için özel gayret gösteriyor gibiler. Sadece siyasi korkulardan ya da “Patronu bu yayınla zor duruma düşürürsem, iktidarla başını belaya sokarsam” kaygısından bahsetmiyorum. Aksine bu tür kaygıları gayet normal ve insani buluyorum. Burada bahsettiğim çok daha vahim bir durum. İktidarla hiç alakası olmadan yayın yönetmeninin orijinali, yeni olanı, dikkat çekiciyi düşünememesi durumu var. Bu çok vahim; çünkü bu durum uzun vadede çok daha büyük darbe vuracak gazetelere. Öldü ölecek denilen gazetelerin yani eski medyanın ölmeyeceği artık belli oldu. Çünkü okuyucular kaliteli yazıları, yayıncılığı gazetelerde ve dergilerde bulacaklarını düşünüyorlar. Ve okuyucu sayısı da reklam da yine artacak, bu da tahminlerde görülüyor. 

SIRADANLIĞIN SOSYAL TAHAKKÜMÜ 

Özellikle bu tür dönemlerde, orijinal düşünen, risk almaktan kaçınmayan yayın yönetmenlerine ihtiyaç duyulur. Ancak maalesef yine bu dönemde sıradanlığın, tekdüzeliğin sosyal tahakkümü de var. Sıradanlıktan çıkmaya alışanlar, gerek örgütlü tepkilerle gerekse sosyal medyada ve internette coşturulan abartılı yorumlarla sindirilip yeniden sıraya, sıradanlığa sokuluyor. Bu da geleneksel medyada kaliteye ve dikkat çekiciliğe en fazla ihtiyaç olunan bir dönemde, yazılı basının önüne tekrar açılan büyük imkândan yararlanmasını önleyecek gibi. Bu da yazılı basın için bir ölüm cezasının infaz edilmesi anlamına geliyor. Sıradanlığın sosyal tahakkümünün en şiddetli olduğu Türkiye’de yazılı basın, daha fazla sıradışılığa, dikkat çekiciliğe ve orijinal kaliteye ihtiyacı olduğu bir dönemde daima sıradan olmaya, hep beklenileni vermeye, görüşlerinde ve yorumlarında aynı olmaya zorlanıyor. Bu işin düzelmesi için en büyük sorumluluk yayın yönetmenlerine düşüyor. Ancak yine birkaçı hariç yayın yönetmenleri sıradanlığın tahakkümüne güzel uyum göstermiş gibi davranıyorlar. Hep beklenileni vermek, sürpriz yapmak için kendini zorlamamak onlara pek rahat ve güvenli gelmişe benziyor. Zihinleri gıdıklamak ve sıradışı işler yapmak gibi tarihsel sorumluluklarından kaçmanın yazılı basının Türkiye’deki geleceğine nasıl darbe vurduğunu umursamaz gibi davranıyorlar. 

Bu tavrın yazılı basına ne kadar büyük fırsatlar kaçırtabileceğini ve ne güzel işleri engelleyebileceğini göstermek için bir örnek vereceğim. Aslında ben anlatacağım bu olayı okurken, “Bizdeki yayın yönetmenlerinin de çoğu böyle davranıp büyük fırsatlar kaçırıyorlar” diye düşünerek bu yazıyı yazmaya oturdu. 

FİLM ELEŞTİRMENLERİ SAVAŞI 

Pauline Kael, Amerika’nın en renkli, en güzel üslubu olan, en cesur film eleştirmenlerinden biri olarak kabul edilirdi. Onun hakkında yeni bir biyografi çıktı, ben de anlatacağım olayı oradan öğrendim. Ben, Kael’i 1970’li yıllardan beri okur ve severdim. O New Yorker Dergisi’nin film eleştirmeniydi, en büyük rakibi olan Andrew Sarris ise haftalık Village Voice Gazetesi’nin film eleştirmeniydi. Sarris Fransa’dan Cineaste Dergisi çevrelerinden ithal ettiği filmde, “ateur teorisi”ni savunuyordu. Buna göre her filmin yönetmenine o sanki bir romancıymış, filme de sanki onun bir romanıymış gibi yaklaşılmalıydı. Eleştiriler de buna göre yazılmalıydı. Kael ise buna tamamen karşıydı, hatta bu yaklaşıma düşman bile denebilirdi. O her filmin bir toplam deneyim olarak ele alınmasını ve bir işbirliği ürünü olan filmler hakkında eleştirinin bilimsel kriterlerle değil yürekten duygularla yazılmasını isterdi.

HER YENİ FİLM BİR SAVAŞ ALANIYDI 

Bu ikisi New York’ta her hafta yeni vizyona giren filmleri kendi yayın organlarında eleştirirdi ve birinin “iyi” dediğine diğeri muhakkak “berbat” derdi ve ikisini art arda okumak çok keyifliydi. (Ben o yıllarda bu eleştirilerin tiryakisi olmuştum, New Yorker Dergisi’ni de o vesileyle tanıdım zaten.) Şimdi gelelim yayın yönetmenine. New Yorker Dergisi’nin o yıllarda yayın yönetmeni, efsanevi William Shawn’dı. O, titiz ve nevrotik kişiliğiyle tanınırdı ve aslında birçok başarılı işlere de imzasını atmıştı. Bir gün New York’ta “Deep Throat” adlı seks filmi vizyona girdi. Klitorisi boğazında bulunduğu için oral seksten zevk alan kadının maceralarının anlatıldığı bu filmin yankıları tüm dünyada duyuldu. Pauline Kael gibi olağanüstü üslubu ve renkli kalemi olan bir yazar, o günlerde yayın yönetmenine başvuruda bulunarak kendisinin Deep Throat filmi hakkında uzun bir eleştiri yapmak istediğini söyledi. Düşünsenize, dünyanın yazılarını en fazla merak ettiği bir eleştirmen, yine dünyanın en fazla konuştuğu film üzerine sansürsüz bir eleştiri yapacak. Fakat ne yazık ki yayın yönetmeni buna cesaret edemedi, sıradanlığa teslim oldu. Bunu yaptırsaydı ne büyük olay olabileceğini düşünmedi veya düşünüp de ürktü ve basın tarihi açısından önemli bir fırsat kaçırıldı. Benim demek istediğim, bu ve buna benzer olaylar yoksa -iktidar korkusundan filan bahsetmiyorum-, eğer yayın yönetmeni sıradanlığın sosyal tahakkümüne teslim olursa, korkak olursa, büyük ve güzel fırsatlar kaçar. İşte sadece buna ve bunun tehlikelerine dikkat çekmek istedim. 

Bangkok’ta dehşet filmi 

BANGKOK’ta gördüğüm o sahneyi kafamdan hâlâ atamıyorum. Bir timsah çiftliğine götürmüşlerdi bizi. Yüzlerce veya binlerce timsah, birbiri üstünde yatıyordu. Hepsi de çok büyüktü. Şimdi su baskını oldu ya, o timsahların hepsi su kanalı haline gelen şehrin sokaklarında yüzüyorlarmış; bu dehşet verici bir olay. İnşallah bu olayın filmi Bangkok’taki sinemacılar tarafından yapılır; çünkü malum onlar korku ve dehşet filmi uzmanıdırlar. 

Kafa konforunu bozmak 

BEN bu başlıktaki kavrama çok önem veriyorum. Bu ülkede Müslüman’ın kafa konforunu bozan Müslümanlar var ve çok da güzel işler yapıyorlar, ülkeye büyük yararları oluyor. Bunlar arasında akla gelen ilk isim bence İhsan Eliaçık. Ben de kendimi bir kafa konforu bozucusu olarak görürüm. Ben de Beyaz Türklerin kafa konforunu bozdum ve bunu yapmayı da sürdüreceğim.