Türk dış politikasına ilişkin eleştiri ve tartışmalar, bölgesel ve küresel değişkenler yeterince dikkate alınmadan, iç politikanın günübirlik polemiklerinin malzemesi olarak sürdürülüyor. Dış politika tartışmalarında hakim dil, Türkiye’nin sınırlarının ötesindeki gelişmeleri merkeze alan bir yaklaşım ve içerikten öte  iktidar-muhalefet çekişmesi ve rekabetinin birbirini sürekli iğneleyen, suçlayan ve karşı tarafı dize getirmeyi önceleyen renklerini taşıyor. Kuşkusuz iç politika tartışmaları ve kamuoyunun siyasete ilişkin görüş ve tercihleri artık dış politika kararlarını da etkileme ve şekillendirme gücüne sahip. Ancak Türkiye’nin dış politika tercihlerini ve sürdürülegelen siyaseti iç politikanın kısır döngüsüne hapsederek tartışmak yeni gelişmeleri ve köklü değişimleri kapsamlı biçimde okumaya engel olmaktadır. Bu nedenle Türk dış politikasının temel parametrelerini, sabit ve değişken yönlerini polemik dilini aşarak tartışmak bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira mevcut siyasetin nereye doğru evrilebileceğini ve yeni stratejik tercihlerin neler olabileceğini görmek öncelikle dış aktör ve değişkenlerin de analiz edilmesini zorunlu kılmaktadır.

 

Bir Süreç Olarak Dış Politika Analizi

Dış politika tercihleri ve kararları bir sürece işaret eder. Bu süreç uygulama aşamasında karmaşıklaşır, hızı ve yönü dış faktörlerin etkisiyle değişebilir, ilk planda vazgeçilmez görülen kararlar yeniden gözden geçirilebilir, belirli sınırlar içinde kabullenilen esneklik ile dış polika tercihlerinde değişiklik yapılabilir. Bu nedenle dış politika kararlarının her zaman ve şartta sonuç vermesini beklemek gerçekçi olmayan bir beklentiye tekabül eder. Bir ülkenin bölgesel ve küresel ilişkileri, yani dış politika karar ve tercihlerine dayalı hareketleri bir sürece işaret eder.

Türkiye örneğinden hareket ederek somutlaştırmak gerekirse, dış politikası belirli ölçüde devamlılık gösterse de bir ülkenin aldığı tüm kararların kendi istediği ve planladığı gibi bir sonuç üretmesi kolay değildir. Çünkü Türkiye’nin Suriye politikasında da görüldüğü gibi sürece dahil olan ve Türkiye’nin kontrol etmesi mümkün olmayan pek çok aktörün içinde bulunduğumuz bölgede yaşananlara müdahele ettiği, olaylara taraf olduğu ve farklı çıkarlar peşinde koştuğu ortadadır. Aslında ilkeler temelinde yaklaşım farklılıkları ve çıkar çatışmalarını da barındıran bölgesel ve küresel rekabet, diğer ülkeler gibi Türk dış politikasını da etkilemekte, dış politikayı bir süreç değil de hemen sonuç alınacak kısa vadeli bir girişim olarak görenler beklentileriyle karşılaşmayınca hemen başarı notu verme kolaycılığını tercih etmektedir. Dış politikayı çok faktörlü bir süreç olarak görenler ise daha gerçekçi bir bakış açısı ile, izlenen politikaların sonuçlarının ancak uzun vadede görülebileceğini, kontrol edilemeyen aktör ve değişkenlerin etkisiyle söz konusu tercih ve hedeflerin revize edilebileceğini değerlendirmekte, yani dış politikanın doğası gereği bir süreç olarak görülmesi gerektiği üzerinden bir tartışma yürütmenin daha sağlıklı olacağını düşünmektedir. Türk dış politikasındaki geçmişten bugüne görülen değişimler ve beklenmedik olayların etkisiyle günümüzdeki yeniden gözden geçirme ihtiyaçları da dış politikanın bir süreç olarak görülmesi gerektiğini, tercihlerin mutlak olmayıp revize edilebileceğini göstermektedir.

Türkiye’nin Dış Politikasında Bağımlılık

Cumhuriyetin kuruluşunun 89. yılını idrak ettiğimiz bugünlerde Türk dış politikasının nerden nereye doğru evrildiğinin kısa bir muhasebesini yapmak bugünü daha iyi anlama ve analiz etmeye yarayacağı gibi Türkiye’nin Ortadoğu vizyonundaki yenilikleri de idrak etmeye katkıda bulunacaktır. Osmanlı Devleti’nin dağılmasından sonra imparatorluk toprakları üzerinde 25’ten fazla ulus devlet kuruldu. Türkiye ise Anadolu topraklarında varoluş mücadelesi üzerine kuruldu.

Türkiye Cumhuriyeti kendisini yeni kurulan bu ülkeler ile yakın veya uzak ama bir şekilde ilintili bir ülke olarak buldu. Türkiye’nin bu ülkeler ile ilişkileri daha çok o dönemin travmaları ve algılarının etkisi ile şekillendi. Türkiye’nin modernleşme ve Batılılaşma ideolojisi de ortak tarihi ve kültürü paylaşmasına rağmen Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da kurulan devletler ile minumum düzeyde ilişki geliştirmesine yol açtı. Çünkü Türkiye tercihini Batı’dan yana kullanmış ve dış politika öncelikleri arasında bugün eksen kayması tartışmalarına neden olan coğrafya ile ilişkilerini uzun süre sembolik düzeyde tutmuştur.

Dış Politikada Bağımsızlaşma Süreci ve Süreklilik

Soğuk savaş dönemi ideolojisi ve Türkiye’nin de konjonktürel ve stratejik nedenler ile içinde yer aldığı blok siyasi elitin, özellikle dış politikada karar alıcıların bağımsız bir siyasi çizgi geliştirmelerine büyük ölçüde engel olmuştur. Türkiye müttefikleri ile hareket etmiş, kendi ulusal çıkarlarının gerektirdiği ilişkileri geliştirecek siyasi ve idelojik imkan ve seçenekleri karar mekanizmasının itici gücü yapamamıştır. NATO üyeliği ile perçinlenen bu görüntü Özallı yıllara kadar büyük oranda dış politika tercihlerinde hakim renk olmuştur.

Özal bir taraftan AB üyeliğinin altını çizerken diğer yandan Ortadoğu ile de köprüler kurmaya çalışmıştır. 1989-1990 soğuk savaşın sonu Türk dış politikasında yeni bir dönemin başlangıcı olmuş, Özal seleflerinden farklı olarak daha dışa dönük bir siyaset için kolları sıvamış ve Türk Cumhuriyetleri ile ekonomik ve siyasi ilişkileri geliştirmenin yollarını aramıştır. Diğer yandan ABD liderleri ile de yakın ilişkiler geliştirerek Türk dış politikasında AK Parti döneminde belirginleşen ve gittikçe kurumsallaşan dış politikada çok yönlülük siyasetinin temelllerini atmıştır. Türk dış politikasında bir süreklilikten bahsedilecekse Özallı yıllarda tohumları atılan ancak 2000’lere kadar parçalı siyaset ve koalisyon dönemleri içe kapanmalarından dolayı üzeri tozlanan bu dış politika tercihinin yeni boyut ve araçlar ile güçlü biçimde AK Parti döneminde pratiğe aktarılan siyasete işaret edilebilir.

AK Parti iktidarının dış politika öncelikleri belirlerken soğuk savaş retoriğinin çoktan geride kaldığı, Sovyetler Birliği’nin dağılmasını müteakip iki kutuplu dünya sisteminden tek kutuplu bir dünya sistemine doğru geçildiği, ancak bu süreçte Çin, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika gibi yeni aktörlerin de uluslararası sisteme güçlü bir şekilde girdikleri görülmüştür. Bu sayılan ülkelerin iki veya tek kutuplu dünya sistemindeki bağımlı dış politikalar yerine daha bağımsız siyasi tercihlerde bulundukları gözlenmiştir. İşte Türkiye de gelişen ekonomisi, büyüme hızı ve siyasi istikrarı ile yükselen aktörler arasına girmeyi başarmış, kendi dış politika önceliklerini belirlemede daha serbest bir tavır izleme imkanına kavuşmuştur. Ancak Özallı yıllarda olduğu gibi AK Parti yönetimi de bir taraftan AB üyelik hedefini canlı tutmuş, tam üyelik müzakereleri için irade beyanında bulunmuş, NATO ittifakı içindeki etkinliğini artırmış ve eksen kayması tartışmaları arasında Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri ile siyasi ve ekonomik ilişkilerini ciddi biçimde geliştirme siyasetini hayata geçirmiştir.

Türkiye’nin sahip olduğu ince güç, yani yakın coğrafya ülkeleri ve halkları ile ortak tarih, coğrafya, benzeşen kültür ve inanç değerleri güvenlik ve tehdit algılarının daha kolay aşılmasını sağlamış, komşularla sıfır sorun politikası hayata geçirilmiştir. Bu çerçevede Suriye, Irak, Lübnan ve Ürdün ile vizelerin kolaylaştırılması ve kaldırılmasından tutun da ortak bakanlar toplantısına kadar bir dizi dış politika reformuna imza atılmıştır. Benzer şekilde Körfez ülkeleri ve Kuzey Afrika ile yakın ilişkiler kurulmuş, Afrika’nın pek çok ülkesinde yeni büyükelçilikler kurulmuş, TİKA ve Yunus Emre Vakfı marifetiyle de mevcut ilişkiler desteklenmiştir. AB ve Arap dünyası perspektifinden bakıldığında Türk dış politikasındaki bu hareketlilik genelde başarı hanesine yazılmış, yukarıda sayılan ülkeler ile artan ticaret hacmi gelişen ilişkilerin halklara da yansımasına yol açmıştır.

Türk dış politikası bir taraftan farklı ülke ve müttefklerle ilişkileri dengeli biçimde yürütürken bir taraftan da bazı ilkeleri ön plana çıkarmaya başlamıştır ki işte bu ilkelerden ödün verilmemesi neticesinde Türkiye-İsrail ilişkilerinde bir kopuş yaşanmış, İran nükleer programının müzakereler ile çözümlenmesi girişimi de Türkiye ile ABD başta olmak üzere Batılı müttefikleri arasında soğuk rüzgarlar esmesine neden olmuştur. Arap uyanışının başlaması ile tıpkı soğuk savaşın bitiminde olduğu gibi Türk dış politiası açısından yeni bir dönem başlamıştır. Yeni dönemde Arap devrimlerinin önceden tahmin edilemeyişi ve devrim sonrası sürecin taşıdığı belirsizliklerin dış politika kararlarını ve tercihlerini önemli ölçüde etkilediğini ve bundan sonra da etkileyeceğini söylemek mümkündür.

Türkiye’nin Suriye Testi

Tunus’ta başlayan Arap uyanışına, yani halkın hak, hürriyet, adalet, siyasi katılım ve temsil taleplerine destek veren Türkiye, aynı talepler Suriye’de de gündeme geldiğinde yoğun bir diplomasi girişiminde bulunmuş, kan dökülmesini önlemek için büyük çaba sarfetmiştir. Büyük oranda Beşar Esed ile müzakereler yürüten Türkiye’nin iyimserliği Suriye’deki Baas rejimi ve devlet aparatının halka silah doğrultması ile bitmiş, buna rağmen uluslararası müdahele yerine bölgesel inisiyatifler ile krizin çözümlenmesi için girişimler sürdürülmüştür. Arap Ligi ve BM destekli Annan Planı sonuç vermemiş, Rusya-İran-Çin blokunun Suriye rejimine desteği krizi tırmandırmış ve bugün gelinen noktada 30 bin kişi hayatını kaybetmiş, 250 bin kişi ülkeyi terketmek zorunda kalmış, iç çatışmalar mezhep savaşına kayma riski yaratmıştır. Türkiye’de muhalefet ise Suriye’de Baas rejiminin halk üzerindeki baskısının yarattığı çatışmanın faturasını dış politikaya çıkarmıştır. Ana Muhalefet Partisi, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu hakkında gensoru verirken bile komşularla sıfır sorun politikasından daha iyi bir projenin gündemde olmadığını, çünkü bu projenin kazan-kazan sonucu üretebilecek masadaki en etkin seçenek olduğunu görmezden gelmiştir. Hatta Suriye sınırından Türkiye’ye düşen top mermilerinden bile iktidarın sorumlu tutulması, büyük resmin görülmediğini yani asıl krizin Türkiye-Suriye arasında değil, büyük çatışmanın Suriye’deki Baas rejimi ile halk arasında olduğunun görmezden gelinmesi manidardır. Nitekim muhalefetin bu bakışı dış dünyada da bir karşılık bulmakta, iktidarın Suriye rejimi karşıtı söylemi de ile birleşince sanki mücadelenin ana merkezinin Türkiye-Suriye olduğu izlenimi ortaya çıkmaktadır.

Suriye’nin Türk jetini düşürmesi, sınırlarımıza havan topu mermisi düşmesi ve Suriye uçağının Esenboğa’ya indirilmesi gibi olaylar, Batı’da, Türkiye Suriye ile savaşa mı giriyor türünden soruların sorulmasına yol açmıştır. Dış politika dilinin bu algıyı besleyen değil, onu ortadan kaldırarak Suriye halkının mücadelesini ön plana çıkaracak biçimde yeniden kurgulanması ihtiyacının olduğu ortada. Aksi takdirde Türkiye’nin temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı, tehdit yerine karşılıklı güvenlik duygusunun tesis edildiği, dini, mezhebi ve kültürel çoğulculuğun korunduğu, ekonomik karşılıklı bağımlılığın geliştiği, bölgesel sorunların dışardan değil bölge içinden çözüme kavuşturulduğu bir Ortadoğu vizyonunu ikna edici biçimde anlatması ve hayata geçirmek için ittifaklar kurması zorlaşacaktır.