Gün boyunca hiç bitmeyen bir konuya benziyordu yaşam. Ateş bile otlar kadar yeşildi. Deniz beyaz köpüklü, kıyılar kendi yalnızlığı içindeydi.

Hani ilkyazın sürgün verdiği günler vardır...

Bulutların altında yürümek aydınlık bir sabahta...

Yürek nasıl uzunsa, durmadan doğan günün tam ortasında.

Hani masalımsı dünyalar kurulur ya çocukluk yıllarımızda...

Öyle bir mutluluk sarar içimizi...

Bir kayanın üzerine oturmuş bakarsınız uzun uzun... Gençlik yıllarınız gelir aklınıza, zamanla yitip gitmiş anılar.

Son gölgelerde derin o ilkyazı özlüyorum... Aydınlık ülkeleri ve insan sevgisini...

Bir kıyı kasabasında sabaha dek yapılan sohbetleri...

***

Bir yazgıyı paylaşmak başkalarıyla... Yaşam sevincini çoğaltmak...

Oturup düşünmek uzun uzun...

Van ve Erciş depreminde ölen 64 öğretmen, yıkılan okullar...

Çadırda çıkan yangın ve iki çocuğumuzun ölmesi.

Bilmem içinizi acıttı mı?

64 öğretmenin ailelerine yapılan 10’ar bin liralık yardım neyin nesidir?

Ölüm var ölüm...

Yıkılan ruhsatsız konutlar... Müteahhitler... Villalarının bahçesine utanmadan çadır kuranlar.

Acı!

Yoksulluk!

İşsizlik!

Bir alın yazısı mıdır?

Bunları düşünürken alkıma gelen, Karl Krolow’un dizelerini okumak ve ağıt yakmaktır:

“Irmak kıyısında mavi tebeşir evleri! Ağır ağır/Havalara battığınızı görüyorum denizlerde batan güzel gemiler gibi.”

***

Yeni bir günün ilk saatlerinde, başımı göğe kaldırıyorum...

Bir anlık bir susku izliyor bunu... O suskuyla başlayan bir tanı ölü hücrelerde....

Ve şairin dizelerinde anlatmak olup biteni:

“Hıçkırığımız benim sizin, boğazınıza düğümlü,

o sızıltı biçim size karışan,

ben, bir an için, ben sonra gelen;

Hüzün giydirecek sonra diğer biçimleri.

..................

Yaşamak ve güneş belleksiz, iç içe gökle, uzak hasret artığına sürgün;

yaşamak bize kalandır hâlâ

parmaklarımız çoktan buza tutuklu.”

Dizeleri okudum, gözlerimi kapadım ve bir süre öyle kaldım...

Toprak ve onunla bağlaşık bir denizi düşündüm.

İlkyazın sürgün verdiği günleri ve dağ çiçeklerini...

***

Van’da ve Erciş’te ölen yurttaşlarımız... Yoksul insanlarımız... Öğretmenlerimiz... Çocuklarımız...

Acımız büyük...

Güneşli bir günün ilk saatlerinde hüzünleniyorum yine...

Ahmed Arif’i, Hasan Hüseyin’i okuyorum, Paul Celan’ı.

Sessizliğin sesini arıyorum... Umutların nasıl kaybolduğunu düşünüyorum.

Artık çiçek açma zamanıdır taşın... Artık sevme zamanı yurdumun insanlarının.

Ve mırıldanıyorum kendi kendime:

“Kavuşmak ilmindeyiz bütün fasıllar

Ray, asfalt, şose, makadam

Benim sarp yolum patikam

Toros, anti-toros ve asi Fırat

Tütün, pamuk, buğday ovaları, çeltikler

Vatanım boylu boyunca Kar altındadır.”

***

Ahmed Arif’in o yiğit harmanları geliyor gözümün önüne... Hayalet kent Van...

Umudu yakalamak ve yaşamı çoğaltmak...

Nefesler yetmiyor avuçlarda.

Sevgiler uçuşmuyor havalarda...

Tekmil ufuklar kışlamış, yalnızlık bir alın yazısı olmuş yoksulluk gibi...