Bazen anlamlar arasında sıkışıp kalır,  ikilemlerimiz ile boğuşuruz şizofren duygularımızla.  Bir an’ımız diğer an’ımızı tutmaz, vermek istediğimiz kararları sağlıklı veremez ve kendimizi bunalımın sarhoşluğuna iteriz.  Elimiz kolumuz kalkmaz, sorumluluklarımızı aksatırız.  Çaresi olan çaresizliklere iter ruhumuzu ve daraltırız yürek damarlarımızı. 

Kan pompalayamaz bir hale geldikten sonra da, “tükendim”, “bittim artık” der küseriz hayata en karamsarlığımızla. 

Gece uykularımızı yalnızlığa terkeder, seherleri karşılarız kan çanağına dönüşmüş gözlerle.  Aslında, yeni bir güne merhaba dermişiz gibi görünsek de, yeniden başlamak istememenin acı çırpınışıdır bu durum. 

Yeni bir güne bile başlamaktan korkar, her başlayan hikayenin son buluş noktasına denk düşmekten, alıkoymak isteriz acziyet içinde kıvranan duygularımızı.  Medcezirlerin amansız saldırışları karşısında savunmasız kalır, yitiririz tüm hislerimizi.  Yada öyle sanarız.   

Bazen bir tokat hissederiz nereden geldiğini bilmeden, uyanmak isteriz gördüğümüz rüyadan ve kimsesiz kentlere açarız yalnızlığımızı. 

Her köşede soluyan bir nefes arar, sığınmak isteriz sıcaklığına.  O kadar üşümüştür ki ruhumuz, esen her ılık rüzgara kaptırırız kendimizi.  Kısır bir döngüye dönüşür acılarımız ve tarih olup tekerrür eder tüm geçmiş yanılgılarımız. 

Şizofrenliğimiz o kadar geliştirmiştir ki kendini, bir daha asla gitmem dediğimiz yollarda buluruz çıplak adımlarımızı. “Başarabilirim” ve “bittim” kelimeleri dökülür aynı anda dudaklarımızdan.  

Farkeder yanlış ve doğrularımızı, başımızı ellerimizin arasına alıp, kara sevdalar gibi düşünmeye başlar ve saatlerce kalkamayız oturduğumuz yerden.  Çünkü usta bir heykeltraşın mahsülüyüzdür aslında ve yarım bırakıp gitmiştir işini, son bir defa bile bakmadan ardına. 

“Kendine gel, sen güçlüsün” uyarıları almışlığımızla, kangren olan kalbimizi kanatırız son bir hançer darbesiyle. 

Geçmişimize aralar perdelerimizi, “neydim, ne oldum” şoku yaşatırız kaybettiğimiz kişiliğimize.  Bir bir hesaba çekeriz, sorgusuz mahkum ettiğimiz hayatımızı.  Kimi zaman esiri olup karamsarlığımızın sersemliğe gark olur, kimi zamanda gücümüzü hatırlar, keskin setler koyarız umutsuzlukla aramıza. 

Şizofren duygular işte.

Aslında bu şizofrenliğin altında beyin ile kalbin çatışması yatar ve hangi “ben”in kazanacağını bilemeyişimiz olur çıkmazlığımız.  İkisinide kaybetmek istemez, savaşın tam ortasında öylece kalır ve paniklemelerimize diz üstü çökeriz. 

Koyvermişliğimizle, bitmeyen bir kararsızlık hastalığı olur sonumuz.  Ne arkamızı dönüp gitmeyi, ne de belirsizlikte beklemeyi göze alabiliriz, iki seçenekte de acı bir şerbet olur azığımız. 

Panik atak nöbetleri geçirircesine kesilir nefesimiz ve yığılır kalırız gözyaşlarımızla boylu boyuna.  Rüyalarımızda ki gibi, haykırdıkça kısılır sesimiz ve sukuta terkederiz tüm çığlıklarımızı. 

Ne zaman geri döneceğimizin belirsizliğiyle, müsade istediğimiz hayata dönmek için, son gücümüzü de kullanır ve seçim yapma arefesinde olmanın korkusunu yaşarız.  Hayatı akışına bırakıp, hazır olmayan ne varsa kendi haline terk ederiz. 

Ama aklımız ve yüreğimiz asla terkedemez.  Daha önce defalarca deneyipte beceremediğimiz kaçışlarımız için, daha güçlüyüzdür artık ve hayata geri dönmenin en büyük adımını atarız titreyerek.  İçimiz acır ve  susuşlarımıza yanarız aslında. 

Belli etmek istemez ve kararımıza sadık kalırız.  Sonumuzun tam olarak ne olacağını bilemesekte, olmasını istediğimiz son için dualar uçururuz. Ve bir teselli bekleriz gelmeyeceği korkusu taşısakta. 

Şizofren duyguların sebebi her ne ise, aslında panzehir de odur ve biz, sadece bir umut ışığı ararız o karanlıkta.

Bir el, bir dost ve bir yürek...

Eyvallah...