Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün İngiltere'ye ziyareti tam da Türkiye ile Suriye arasındaki gerilimin örtülü bir savaşa dönüşmekte olduğu döneme denk geldi. Türkiye artık sadece Esad yönetimini sözlü olarak uyarmakla yetinmiyor aynı zamanda muhaliflerin kendi topraklarına sığınmasına da izin veriyor. Suriye yönetimine göre muhalif hareketin silahlı mücadeleye başlayabilmiş olması, Türkiye'nin desteğiyle mümkün olabilir. Üstüne üstlük Suriye'ye uygulanacak uçuş yasağı, yardım koridoru gibi doğrudan askeri müdahaleyi içerecek önlemlere de başvurulacak gibi görülüyor. Bu durum 1998'de Türkiye'nin Suriye'yi Öcalan yüzünden savaşla tehdit ettiği dönemdeki krizi de aşabilecek bir durumla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Aradan geçen dönemde Esad yönetimiyle kurulan sıcak ilişkiler düşünüldüğünde şaşkınlık verici bir değişim yaşandığını söyleyebiliriz.

Türkiye'nin Batı'yla uyum içinde Suriye'deki yönetimi devirmeye yönelik giriştiği bu çaba, tarihin garip bir cilvesi olarak yorumlanabilir. Çünkü Türkiye, neredeyse bir yüzyıl önce bu coğrafyayı İngiltere karşısında aldığı yenilgi sonucunda terk etmek zorunda kalmıştı. Osmanlı İmparatorluğu'nu bir bütün halinde tutmayı hedefleyen İngiliz politikasının 19. yüzyılın son çeyreğinde giderek değişmesiyle İmparatorluk Almanya'yı kendisine yakın tutmayı hedeflemiş, nihayetinde Dünya Savaşı'ndaki yenilgi sonrası Arap vilayetleri Müttefikler'in, ağırlıklı olarak da İngiltere'nin kontrolüne geçmişti. Bugün ise Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e

Türkiye'nin Ortadoğu krizinde oynadığı aktif rolden dolayı teşekkür ediyor olmalı İngiltere.
Türkiye'nin yönetim değişikliğinden
sonra Suriye'yle çok yakın ilişkiler kurmasını getirecek bu dönüşüme Batı'nın desteği, siyasette her şeyin ne kadar değişken olduğunu göstermesi açısından ilginç. Daha önce Türkiye'yi Ortadoğu'dan çıkarmak için savaşa girmiş İngiltere, şimdi aynı bölgede Türkiye'nin etki alanını genişletmesine destek veriyor. ABD ve Fransa'nın da giderek doğrudan müdahaleye dönüşmekte olan bu politikalara desteğini not etmek gerek.

Dünya Savaşı'nda İngiliz ordularıyla Suriye ve Filistin'de karşı karşıya gelmeden önce Kanal Cephesi'nde de mücadele etmiştik. Şimdilerde o cephede de tarih yazılmaya devam ediliyor. Mübarek'in gitmesiyle Mısır'da ılımlı bir askeri rejime dönülüyormuş gibi gözüktü ancak Tahrir'in henüz son sözünü söylemediği anlaşılıyor. Bir yandan askerler dizginleri elinden kaçırmamaya çalışıyor ancak Müslüman Kardeşler zamanın lehlerine çalıştığının bilincinde yavaş yavaş iktidara hazırlanıyor. Türkiye'nin Mısır'daki etkisi Suriye'deki kadar büyük olmayacak ama bu durum da bir yüzyıl önceki şemayla örtüşüyor. Yine de bölgede diktatörlüklerin yıkılması Türkiye için doğrudan bir etki alanı yaratmasa da kazanç hanesine yazılmalı.

Bu dönemde 'Türkler Ortadoğu'ya geri dönüyor' romantizmine kapılmadan yeni dönemde ne gibi riskler ve imkanların ortaya çıktığının değerlendirilmesi gerekiyor. Çünkü Türkiye'nin Batılı müttefikleriyle birlikte bölgedeki halk hareketlerine verdikleri destek Rusya ve İran gibi yakın coğrafyamızdaki ülkelerde endişe yaratıyor olmalı. Ancak Türkiye 1950'li yıllardaki gibi koşulsuz Batı yanlısı bir politikaya savrulmadan, konjonktürün kendisine tanıdığı imkanları değerlendirmeyi becerebilmeli. Türkiye'nin etkisi bölgenin refaha ve demokratik yönetimlere kavuşması açısından belirleyici olabilir. Batılı devletlerin bölge halklarına yüzyıl önce söz verdiği ama bir türlü gelmeyen özgürlüğün önünü açabilir. Yüzyıl sonra dünya bambaşka görünüyor.