Kutsal kitaplar, peygamberler takipçilerini, ulus devlet yönetimler ise vatandaşlarını birlik ve beraberliğe çağırır ama yine de insanların tefrikaya ve fitneye düştüğü görülür. Ortak değer, beğeni, çıkar ve beklentiler gibi nedenler yanında coğrafya, doğal yapı ve şartlar insanların bir arada yaşamasına yol açmıştır. İnsanlar için güvenlik arayışı ve ihtiyacı ile ekonomik ve toplumsal dayanışma varoluşsal bir anlam kazanmıştır. Din de bütün bu maddi toplumsal unsurlara manevi bir ruh üflemiş; dirlik ve düzenliğin, sosyal barışın temellerini atmış ve kuvvetlendirmiştir. Klasik ve modern toplumbilimcilerin çoğu dinin bütünleştirici yönüne işaret etmiştir. Ancak katı modernleşme ve pozitivizmin etkileri ile dinin ve din kurumların toplumsal hayattan soyutlanmaya başlaması aynı zamanda toplumsal çözülmeye yani tefrika ve fitneye de zemin hazırlamıştır. Din hayattan çekildikçe, çıkar çatışmaları ön plana çıkmış, iktidar arayışı ve güç zehirlenmesi başlamış birlik ve beraberliğin temelinde bulunan eşitlik, adalet ve diğergarmlık değerleri örselenmiştir.

 

Ayrışmanın sosyolojik ve ekonomik sonuçları

Tefrika ve fitne toplumsal dayanışmayı erozyona uğratmıştır. Farklılıklar, zenginlik olarak kabul edilmesi gereken yerde gerilim ve çatışma kaynağına dönüşmüştür. Dini inanç ve ilkeler bütünleştiricidir. Ancak dine gereken önemin verilmediği dönemlerde sosyal yapıda çatlak oluşması, bunların çatışmaya dönüşmesi daha kolay olabilmektedir. Ekonomik açıdan da tefrika ve fitne ciddi sonuçlar doğurmaktadır. Ekonomik kalkınma ve refahın temelinde işbölümlerine dayalı üretim ve dayanışma vardır. Yardımlaşma ve çalışma ahlakı ile güven duygusunun oluşmasında dini inançların önemi bilinmektedir. İşte fitne ekonomik kalkınma ve refah için gerekli değer ve ilkelerin zayıflamasına neden olmaktadır.

 

Ayrışma ve ihtilaf dönemlerinde neler yapılmalı?

 

Kuran ve Sünnet Müslümanların ortak değerleridir. Siyasi ve dünyevi çıkarların meşrulaştırılması için araç olarak kullanılmamalıdır. Çünkü Kuran ve Sünnet müminlerin tümü için hakikatin başlıca kaynağıdır.

 

Adalet, eşitlik, dayanışma, birlik ve kardeşlik gibi değerlerin de bireylere ve sosyolojik bir kitle olarak cemaat ve ümmete aktarıldığı kaynaklardır. Bu nedenle Kuran ve Sünnet’in belirli topluluklar ve onların siyasi vb çıkarlarını savunmak ve bu uğurda yaptıklarını meşrulaştırmak için asla kullanılmamalıdır.

  

İslam dünyasında niçin bu kadar kutuplaşma ve çatışma var?

 

İslam dünyasında tanıklık ettiğimiz çatışma ve sürtüşmelerin temelinde başlıca üç neden yatmaktadır. Bunlardan birincisi meşruiyet arayışıdır. Suriye ve benzeri ülkelerde toplumun çoğunluğu Müslüman olmasına, siyasi temsil ve katılım talep etmesine, kendi geleceklerine kendileri karar vermek istemelerine karşın otoriter yönetimler buna olumlu cevap vermemiştir. İslam coğrafyasında son yıllarda geniş kapsamlı bir sorgulama başlamıştır. Bu sorgulamanın hedefinde toplumsal desteğe sahip olmayan yönetimlerin meşruiyetlerinin sorgulanması vardır.

 

İhtilafların temelinde yatan ikinci bir neden ise sömürgecilik döneminden geriye bırakılan daha doğrusu siyasal olarak projelendirilen toplumsal yapı inşalarıdır. Özellikle etnik ve mezhepsel aidiyetlerin sömürgeciler tarafından geriye bırakılan ayrıştırıcı bir miras olduğunu, geç dönem milliyetçilik rüzgarının da etkisiyle bunun ihtilaflara kaynaklık ettiğini belirtmek lazım.

 

İslam coğrafyasındaki ihtilafların üçüncü nedeni ise enerji kaynaklarının büyük oranda bu ülkelerde olması nedeniyle dış müdahalelerin doğrudan veya dolaylı biçimde devam ediyor oluşu; bazı Müslüman ülkelerin de hala zihinsel ve siyasal anlamda gerçek anlamda bağımsızlık kazanamamış olmalarıdır.

  

Dış etkenlerin çatışmalar üzerindeki payı

 

İslam dünyası, Türkiye gibi birkaç ülke istisna, uzun süre sömürgecilerin idaresinde kalmıştır. Sömürgecilik döneminde siyasal bir yapı oluşmuş, sosyolojik olarak projeler hayata geçirilmiş. Günümüzdeki haritalar ve sınırlar tesadüfen değil işte böyle bir strateji ile oluşturulmuştur.

 

Bugün çatışmaların olduğu ülkelerde hep sömürge döneminde oluşturulan sınıfsal ve siyasal yapıların korunduğunu ve iktidar mücadelesi sürdürdüğünü görüyoruz. Bu nedenle dış müdahalenin hala farklı biçimlerde devam ettiğini söylemek komplo teorisi üretmek değildir. 1990’larda Cezayir’de; 2013 yılında Mısır’da dış müdahale ve meşrulaştırıcı destek olmasaydı geniş kitlelerin başlattığı siyasal ve toplumsal değişimler durdurulamazdı.

 

Öte yandan ihtilafların dış kaynağı kadar iç nedenlerinin de olduğunu söylemek gerekir ki bunlardan birincisi ve en önemlisi bir uzlaşma kültürünün yeterince kök salmamasıdır.

 

Dünya sisteminde bakıldığında ittifakların belirleyici olduğunu görüyoruz. Ancak ittifaklar ve işbirlikleri hangi temelde yapılmalı sorusunu da sormalıyız. Sadece aynı din, inanç, mezhep, etnisite ve coğrafya aidiyeti üzerinden kurulan ittifaklar aynı anda kendilerine muarız ve muhalifler üretir. Bu nedenle İslam dünyası kendi için bir dayanışma örgütü veya yapısı kurmak istiyorsa bütün imkan ve riskleri gözden geçirmelidir. D-8 söz konusu risklerin yeterince hesaplanmadığını göstermiştir.

 

Sosyolojik yapı nasıl dönüştürülür?

İslam dünyasındaki değişim talepleri ve bu taleplere karşı durmanın temelinde meşruiyet krizi ve bununla doğrudan ilintili saydamlık ve hesap verebilirlik sorunları yatmaktadır. Ayrıca sömürge döneminde bilinçli olarak inşa edilen azınlıkların çoğunlukları yönettiği veya din/mezhepsel aidiyetlere göre yönetimlerin oluşturulduğu ülkelerde sosyolojik yapının kırılgan ve sürtüşmeye kolay düşen bir yapıda olduğu görülmektedir.

 

Bu nedenle ilk atılması gereken adımlardan biri meşruiyet krizinin aşılmasını sağlamak, yani halkın iradesinin siyasi idareye yansıdığı bir anlayış ve geçişin sağlanmasıdır. İkincisi sosyolojik yapıyı kırılganlaştıran dini, etnik ve mezhepsel farklılıkların ayrışma değil zenginlik olduğunu gösteren yeni bir sosyolojik paradigmanın inşası gereklidir.

 

Farklı olanlar tehdit olarak algılandığı sürece toplumsal barışın sağlanması mümkün değildir. Türkiye’nin deneyimleri bu anlamda oldukça öğreticidir. Gerek din ve toplum ilişkilerinde varılan mesafe, gerekse farklı dini, mezhepsel ve etnik grupların eşit vatandaşlık ve temsil siyasetine dahil edilmesi önemli bir deneyim olarak ön plana çıkmaktadır.

 

Bilginin güç olduğu bir dünyada yaşıyoruz. İslam dünyası son yüzyıla kadar içine kapanık bir görüntüde idi. Bazı ülkelerin hala öyle olduğunu, dışa açılmayı riskli gördüğünü, değişim taleplerine kapalı olduğunu görüyoruz. Halbuki küreselleşme, iletişim ve medya devrimleri dünyayı küçültmüş ve yeni pencereler açmıştır. Buna üniversiteler, araştırma merkezleri ve düşünce kuruluşları da eklendiğinde bilgi üretmenin ve bunu stratejik bir değere dönüştürmenin ne kadar önemli olduğu kendiliğinden ortaya çıkar.

 

İslam dünyası hala Batılı bilginin kodları ile entelektüel tartışmaları sürdürüyor zira kendi aydınları ve düşünürleri henüz özgün ve alternatif kavramlar ve kuramlar oluşturamadı. Bu konuda olumlu gelişmeler olmakla beraber entelektüel olarak bağımsızlığını ve yeterliliğini henüz kabul ettirebilmiş değil. Bilgi üretmeye ve ürettiği bilgi ile dünyada var olamadığı sürece oryantalist söylemlerin tanımlayıcılığından kurtulmak mümkün görünmemektedir.

 

Kur’an-ı Kerim’de yer alan emirler, uyarılar ve tavsiyeler zaman ötesidir. Müslümanları kuşatıcı bir özellik taşımaktadır. Aynı zamanda insanlık tarihinin de deneyimlerini yansıtmakta; önceki toplulukların düştükleri duruma düşülmemesi için uyarıda bulunmaktadır.

 

Buradan hareketle Müslümanlara sürekli olarak, ortak değerler ve ilkeler bütünü olarak Kur’an ve Sünnetin mesajlarına kulak vermeleri hatırlatılmalıdır. Diğer taraftan siyasal ve toplumsal ayrışmalara zemin hazırlayan eşitsizlikler, adaletsizlikler, temsil ve meşruiyet sorunları da ortadan kaldırılmalıdır.